Pazar Haziran 16, 2024

KENTİ (YOKSULLARINDAN) “TEMİZLEMEK”…[1]

“Ahlâk ve para aynı çuvala girmez.”[2]

Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, bugün İstanbul’un en “in” mekânlarından sayılan Erenköy-Göztepe arasında geçti. O yıllarda İstanbul’un tartışmasız bir numarası Teşvikiye- Nişantaşı-Osmanbey karşısında biraz “ikinci sınıf” sayılan, ancak “sayfiye” olarak muteber, bizim gibi yaz-kış kalanların hafiften “taşralı” muamelesi gördüğü, ama geceleri Bağdat caddesinde “anahtar teslim”ine yarıştırılan lüks, spor arabalara bakıldığında, geleceğinin “parlak” olduğunu sezdiren, üç katlı apartmanlar diyarı…

Göztepe parkı onüç-ondört yaşımın favori yaşam alanıydı… Çevremizde boy vermeye başlamış apartmanlara karşı, yeniyetmeliğimizin, serüven tutkularımızın sığınaklarından biri… Özellikle de saatliğine at ve motosiklet kiralayan Çingeneleriyle... Ali, Aşkın ve diğerleri kısa sürede en iyi arkadaşlarımız oldular: önce ata, ardından da motosiklete binmeyi öğrettiler bize. Ali’nin Planet motoruyla, Çiftehavuzlar’dan Suadiye’ye yüreği ağzında, ibreyi saate 100 km.’ye vurdurarak yalınayak ve kasksız yol almak, hâli-vakti yerinde bir ailenin iyi yetiştirmek için hiçbir özveriden kaçınmadığı o “akıllı-uslu” kız çocuğunun içindeki “öteki”nin açığa çıkmasıydı. Bir çeşit erginleme ritüeli.

Yalnız Göztepe değil, kuşkusuz… İki el pişti çevirip demli çayları yudumladığımız balıkçı kahveleriyle Kalamış; ağaçlarının arasında Yeşilçam pozları veren sevgilisinin resmini çeken amatör fotoğrafçı delikanlılarla eğlendiğimiz Fenerbahçe; sahildeki barınakta balıkçılarla doyulmaz sohbetler ettiğimiz Caddebostan; tıfıl liseliler olarak “krallar-kraliçeler” muamelesi gördüğümüz deniz üstü salaş meyhaneleriyle Salacak; cebimize bir şişe kanyak koyup okulu kırdığımızda soluğu aldığımız bitmez-tükenmez felsefe tartışmalarının mekânı Çamlıca; sinema çıkışı döner-ekmek yediğimiz ayaküstü kafeteryalarıyla Bahariye; ilk elele tutuşmaların mecburî mekânı Moda…

Ama yineleyeyim: belki de en egzotiği olduğu için, ille de Göztepe parkı…

Geçen gün bir vesileyle yeniden yolum düştü. Galiba kırk yıl kadar sonra. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin medarı iftiharı, “Anadolu yakasının fark yatan projesi” Göztepe 60. Yıl Parkı!

Gözlerime inanamadım… Paris Versailles bahçelerinden mülhem, çiçeklerin bir renk-boy-sıra disiplini içerisinde dizildiği, “dünyada benzerine rastlanmayacak şekilde karma bir konseptle dizayn edilen, içerisinde barok bahçe, gül ve lale bahçeleri, kuru havuz, biyolojik gölet, çocuk oyun alanı, fitness alanı”[1] vb.nin yer aldığı devasa bir kitsch-mekân... Yürüme parkurlarının beyaz çakıllarla net bir biçimde çizildiği… Konukların adım başında ne yapıp ne yapmamaları gerektiği konusunda kendilerini kesin bir dille uyaran tabelalara muhatap olduğu… Oyun alanlarına hangi tip ayakkabılarla girilmesi gerektiğinin, salıncaklarda nasıl sallanılacağının park konuklarına uygun yerlere asılı talimatnamelerle belletildiği… Yerde tek bir kuru yaprağın bulunmadığı… Mektep kaçkını âşıkları, akşamdan kalma berduşları gözlerden saklayacak bir kuytusu olmayan…  İnsanın kendisini bu “üst sınıf görsel şöleni”, bu buyurgan estetik içinde küçücük, zayıf, ezik, zavallı hissettiği… Banklarında otururken her an nemrut bir park bekçisinin gelip sizi azarlayacağı ürküntüsünün peşinizi bırakmadığı… Soylulaştırılmış, disiplinli, “kusursuz”, küçümseyici, tehditkâr… Sahi, burası Göztepe Parkı mı?

Michel Conan’ın “Bahçeler zengin patronların meşgul olduğu, salt lüks şeyler olarak kendi başlarına incelenebilecek sonuçsuz nesneler değildir,” demesi nafile değil. “Tersine,  elit fraksiyonların, alt ve orta sınıflara en uygun olduğunu düşündükleri ideolojiyi iletecek simgesel bir dil kurmada birbirleriyle çatıştığı muharebe alanları. Bahçe tarihi,  bu büyük simgesel görevler için bir yardımcı, bir araçtır. (…) Ne bahçeler ne de tarihleri ifade ettikleri rakip ideolojiler ve bu ideolojileri öncelik tanıyan toplumsal hareketlerden bağımsız olarak incelenemezler.”[2]

Neoliberalizm, ya da kapitalizmin yeryüzünde sermayenin tahakküm ve talanı dışında bir avuç toprak parçası, bir santimetre küp hava, bir bardaklık su bırakmama, bu konuda önüne çıkacak her türlü engeli yıkıp geçme yolundaki sınır tanımaz itimi, kentsel mekânları iştahının merkezine yerleştirdi beri, yaşam alanlarımız bir bir elimizden alınarak rant kaynağına dönüştürülüyor. Zaten Göztepe Parkı’nın sorumlusu Anadolu Park ve Bahçeler Müdürü Ömer Çebi bu “iştah” konusunda oldukça net:

 “…bizler yurtdışına çıktığımızda orada düzenlenen gezilerde mutlaka bir park gezisi programa dahil ediliyordu, baktığınız zaman ahım şahım bir park olmasa da bir teması olan, lalelerin, barok tarzının ya da havuz çeşitlerinin ön plana çıkarıldığı temalı parklar gezdiriliyordu. Üstelik yurtdışındaki bu temalı parklar kişi başına 20-30 Euro gibi bir bedel ile ziyaret ediliyordu.”[3]

AKP iktidarının kentsel mekânları ucu bucağı olmayan, engelsiz ve sınırsız bir vurgun alanına dönüştürdüğü “Kentsel Dönüşüm Projesi”nde işlem basit: kamusal gücünü kullanarak sıradan insanların, yoksulların, halkın elinden yaşam mekânlarını gasp et, şirketlere teslim et, üzerlerine lüks konutlar, kafeler, restoranlar, AVM’ler, rekreasyon alanları diktir; [tabii Emevî-Abbasî-Selçuklu-Osmanlı-modern kırması bir de cami dikersen hem daha “kültürel” olur, hem de farkını dünya aleme fark ettirmiş olursun…] ardından bunları tüketim kapasitesi yüksek üst-orta, üst sınıf mensuplarının kullanımına sun, bol para kazan… Onlarca, belki de yüzlerce yıldır bu mekânlarda yaşayan, soluklanan, geçimini temin eden yoksulları ise kapıdan içeri sokma. Ya da mekânı öyle bir düzenle ki, alt sınıflar kendilerini “oraya ait” hissedemeyecekleri için kendiliklerinden uzaklaşsınlar.

Yakın ve çarpıcı bir örneği, İstanbul “kentsel/rantsal dönüşüm”ünün ilk eldeki kurbanlarından olan Sulukule sakinleri oluşturuyor. Biliyorsunuz, rantsal dönüşüm kapsamına alınan Sulukule’nin yeniden inşa edilmesi TOKİ-Özkar İnşaat ortaklığına ihale edilmiş, TOKİ mülk sahiplerini gösterdiği alternatif yerleşim alanına taşınma ya da yeni yapılacak konutlardan daire sahibi olma seçenekleriyle karşı karşıya bırakmıştı.  Yeni Sulukule’den konut sahibi olmak isteyenlere, metrekare bedeli 1250 TL’den hesaplanmak üzere, diledikleri büyüklükte konut vaad edilmiş, bu durum sözleşmeye kaydedilmişti. Evi yıkılan 900 hissedardan yeni projeye talip olanların sayısı 50 aileyi geçmiyordu. İnşaatlar 5 yıl sonra tamamlandığında ise, hak sahiplerinin hemen tümü, hem talep ettiklerinden daha küçük konutlarla hem de taahhüt ettikleri paralardan çok daha fazlasını ödeme baskısıyla karşılaştılar. Evleri yıkılmış, mahalleleri dağıtılmış, alışık oldukları yaşam tarzı berhava edilmiş, kandırılmış olmakla kalmadılar. Şimdilerde, kendilerinden lüks, havuzlu sitelerin aidatlarını sollayan miktarlarda aidat talep ediliyor. Ama en çarpıcısı sanırım şu: Site yönetiminden kendilerine gönderilen mektupta çıkan anket formunda sitenin etrafının ‘jiletli tel çit ile çevrilmesi’ ve ‘güvenlik kamera sistemi kurulması’ için hane başına 1.435 lira masraf çıkarılıyor. Bir başka deyişle, TOKİ, Sulukule sakinlerini, eski komşularından “korumak” için para talep ediyor!

Ve Sulukule’de kalmak için direnen son Sulukuleliler, ödeyemedikleri taahhütleri, hayatlarını karartan icra takipleri, kapılarına dayanan haciz memurları karşısında teslim bayrağını çekiyorlar bir bir: “Sulukule’de 2 katlı evimizi yıkıp yerine buradan iki daire verdiler. ‘Sizi sıkıntıya sokmayacağız, sosyal proje olacak’ dediler, kabul ettik. Eşimle 1100 liralık emekli maaşımızla rahatça geçiniyorduk, şimdi 2 maaş da bu evlerin borcuna gidiyor. Dairelerden birini ödeyemeyeceğimizi anlayınca satılığa çıkardık ama 2 aydır kimse talip olmadı. Evlerin birine 180 bin lira borcumuz var, bu gidişle haciz gelecek. Bize muazzam bir kazık atıldı. Doğma büyüme Sulukuleliyim, herkesi tanırdım. Dün saydım, tanıdığım 7 kişi kalmış sitede. Binalar bomboş, sanki ölü şehir,” diyor örneğin doğma büyüme Sulukuleli Çetin Acar[4]

Bir mekânı, bir parkı, bir mahalleyi, bir yıkıntı alanını, eski bir okulu sakinlerinden “arındırarak” “muteberleştirme”,  bir vitrin süsüne, ambalajından yeni çıkmış bir mobilyaya, galeri camekânının gerisindeki sıfır kilometre bir lüks oto görüntüsüne kavuşturmak… İştah açıcı, erişilmez, el değmemiş… Ama o ölçüde de kişiliksiz, anlam yoksunu… Zenginler için yüzdeyüz steril ve güvenlikli, her bir milimetre karesi kameralarla izlenen… Yoksullar içinse tehditkâr, tepeden bakan ve buyurgan…

Kentsel mekânlara anlamını veren, emeklilerin, muzip okul kaçkınlarının, genç aşıkların, işsizlerin, trikotajcı kızların, garson çocukların, amatör kenar mahalle futbolcularının, tek zevki pencereden gelip geçenleri izlemek olan meraklı yaşlı teyzelerin, saçları jöleli tamirci çıraklarının, genç annelerin, bıçkın minibüs şoförlerinin, bilge balıkçıların, elleri çamaşır suyu kokan temizlikçi kadınların, meyhane müdavimlerinin yaşam öyküleri, gündelik kavgaları, uğraşlarıdır, şiirlerin, filmlerin, romanların da tanıklık ettiği üzere…  Onları bu alanlardan süpürüp kentleri zenginlere pazarladığınızda, yalnızca toplumsallığı şiirsiz, sihirsiz ve anlamsız kılmakla kalmazsınız…

Yarattığınız sürülmüşler, değersizleştirilmişler, hayatları gasp edilmişler, dışlanmışlar ordusunun öfkesini daha da büyütürsünüz.

O öfke birgün Gezi kalkışması olur patlar başınıza.

Ya da daha büyük bir şey…

 

31 Ağustos 2013 18:44:37, Çeşme Köyü

 

N O T L A R

[1] Kaldıraç, No:147, Eylül 2013…

[2] İspanyol Atasözü)


[1] Atraxion, “Anadolu Yakasının Fark Yaratan Projesi: Göztepe 60. Yıl Parkı”, http://www.anadoluparkbahceler.com/basindabiz.php?kategori=Yazılı Basın&baslik=.&no=127

[2] Michel Conan, “Introduction”, Perspectives in Garden Histories, “Dumbarton Oaks Colloquium on the History of Landscape Architecture XXI”, Dumbarton Oaks Research Library and Collection, Washington, D.C., 1999, s. 3-4.

[3] Atraxion, “Anadolu Yakasının Fark Yaratan Projesi: Göztepe 60. Yıl Parkı”, http://www.anadoluparkbahceler.com/basindabiz.php?kategori=Yazılı Basın&baslik=.&no=127

[4] Elif İnce, “Sulukule’de Aidat Şoku”, Radikal, 29 Ağustos 2013, s.4-5.

 

102488

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

Bir Kez Daha: Tehlikenin Farkında mıyız?

Bundan kısa bir süre önce, Erdoğan iktidarının; “Türkiye Yüzyıl Maarif Modeli” ile teşebbüsüne soyunduğu stratejik hamlenin Türkiye ve K. Kürdistan toplumu açısından nasıl ve ne türden güncel bir tehlike ve tehdit oluşturduğuna dair kısa bir yazı paylaşmıştım.

Ermenistan’da Tavuş Hareketi Üzerine

Ermenistan Apostolik Kilisesi Tavuş İdari Başpiskopos’u Bagrad Galstanian önderliğinde başlatılan sivil itaatsizlik gösterileri, halkın yoğun katılımı ile devam ediyor. Ermenistan’a ait dört köyün, Azerbaycan’a iade edilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın derhal istifa etmesi isteniyor. 4 Mayıs’ta başlayan gösteriler, yol güzergahı üstünde bulunan Lori, Sevan, Geğarhunik… şehirlerinden halkın yoğun katılımı ile Yerevan’da sonlandırıldı. 26 Mayıs’ta Cumhuriyet Meydan’ında düzenlenen miting ile yüz binlere ulaştı.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2

Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.

İdeolojik Netlik ve Örgütlülük

Günümüzde özgür bir geleceğe doğru yapılacak her hamle, sınıf bilinçli bir duruşu ve buna uygun bir örgütlülüğü zorunlu kılar. Tüm bunlar da yoğun bir emeği ve fedakarlığı gerektirir. Sınıf bilincinden yoksun, kendiliğinden hareketlerle köklü değişimlerin-tarihsel kopuşların yaratıcısı olunamaz. Proleter ideolojiyle donanmış partilerin tarihsel misyonu tam da burada ortaya çıkıyor. Yine partisiz-örgütsüz bir duruşla özgür bir geleceğe dair hesaplar yapılmaz.

AKP-MHP FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNÜN K. KÜRDİSTAN’DA FİİLİ OLARAK UYGULADIĞI, SÖMÜRGE SİYASETİDİR.

Sömürge siyasetinin en belirgin özelliği, yerel halkın iradesinin gasp edilerek, yok sayılmasıdır. Bunun yerine, sömürgeci merkezi yönetimin doğrudan kendi memurlarını oraya yönetici olarak atamasıdır. Bunun adı bir dönem OHAL Valisi, sıkıyönetim komutanı, bölge müsteşarı oluyorken; bugün de Kayyum belediye başkanı, muhtar vs. vs. oluyor.

Günümüz koşullarında sömürge veya ezilen bağımlı uluslara, azınlıklara, baskı altındaki inançlara ve ezilen cinse karşısömürge siyasetinin aldığı biçim; aleni bir şekilde, koyu faşizmden başka bir şey değildir.

Piroğlu Ecevit (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna bedeni ölüme yatırarak bir mevsim aç kalmak… Onurlu ve özgür bir yaşam için kendisine ait olan her şeyi feda etmek. Budur, özgürlük mahkumlarının hikayesi! Dünya ve ülkemizin zindan direniş tarihi buna fazlasıyla tanıktır. Amed zindanından Metris zindanına uzanan direniş tarihi fazlasıyla buna tanıktır. Kolay mı saatlere günlere aldırmadan her gün herkesin gözü önünde santim santim erimek; yaşamın nimetlerine dokunmadan açlığa yatmak… 120 günden daha fazla süren bir direnişi sürdürmek; düşünmek ve hayal etmek bile insanı ürkütüyor.

ABRÜST - leylekler getirdi kız... leylekler...

"Sol Kal Sol Yaşa"

Sol tatile  gitmişken...

Toplumsal yapı da; bir an bile parlamentarizmi savunmakta vazgeçmediğini ilan eden her insan ve siyasi yapı da ağır  saldırılara maruz kalıyorken...

seçimlerle  siyaset yapmak istiyen  devrimcilerde proletaryaların her geçen  gün ağırlaşarak hissettiği  solcusuzluğa  karşı da proletaryanın karşısına umut olma uğruna olsa da "Sol Kal Sol Yaşa" diyerekte çıkamıyorken...

fırsatta buyken... fırsatta buyken... 

yazın gitsin kız... yazın gitsin...

abrüst... falan filan...

sanat da diyin gitsin.

Zap’a bomba Colemerg’e kayyum (Nubar Ozanyan)

Türk patronlarının ve generallerinin Kürt ve emek düşmanlığı kapsamlı ve planlıdır. Sınırlı bir zaman ve belli bir dönemle sınırlı değildir. Süreğendir. Demokrasiyi gerçekte değil sözde bilir. Uygulamada değil yasalarında yazılı haliyle tanır. Ki bunu bile kaale almaz. Tarihten günümüze dek en iyi yaptığı şey işgal ve Türk olmayan halkların canını almaktır. Emek ve topraklara konmaktır. En iyi bildiği ise “Yakma-Yıkma-Çökme”dir. İkiyüzlü ve sahtekâr olduğu kadar kinci ve intikamcıdır.

Devrimci Pratik ve Militanlaşma

Günlük, üretkenlikten yoksun, kendini tekrarlayan faaliyetler militanlaşma anlamında bir gelişmeyi tetiklemez. Yine devrimci pratiği zayıf bir özne, her şeyden önce geçmiş olumsuz alışkanlıklarıyla devrimci bir tarzda hesaplaşmaya girmez. Yani düşünsel ve pratik olarak küçük burjuva düşünüş ve yaşam tarzından militanca bir kopuş sürecine yönelmez. Çünkü devrimci militanlaşma proleter düşünüş tarzına aykırı olan her türlü burjuva anlayışla hesaplaşma düzeyine bağlıdır. Sade bir dille ifade edecek olursak; köklü bir kopuş, çok yönlü ve kapsamlı bir hesaplaşmayla mümkündür.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - I

Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır.

Tutuculuk,dogmatizm ve tabela devrimciliği devrime vardırmaz!

Kısa bir süre önce, “Bu Kendi Kendimizi Kandırmamız Daha Ne Zamana Kadar Sürecek Acaba?” başlıklı, kısa-özlü bir yazı kaleme alıp, bloğumda paylaşmıştım.

Yazıda Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin içinde bulunduğu olumsuz durum ve açmazları özetlenmiş, kendi kendine yapageldiği ajitasyona ve kafasını kuma gömme hallerine dikkat çekilmiş ve son paragraf olarak da şu soru sorulmuştu:

Sayfalar