Cuma Mayıs 31, 2024

Fırat’ın doğusuna sefer olur zafer olmaz

Afrin’den sonra Fırat’ın doğusuna yönelik işgal arayışlarını sürdüren TC devleti, Kasım ayı içinde Kobanê ve Tel Ebyad’a top atışları yaparak nabız yokladı. Ardından da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından “Fırat’ın doğusunu bölücü terör örgütünden kurtarmaya yönelik harekatımıza birkaç gün içinde başlayacağımızı ifade ettik, ediyoruz. Hedefimiz asla Amerikan askerleri değildir, bölgede faaliyet gösteren terör örgütü mensuplarıdır” (12.12.18) açıklamalarıyla bölgeye yönelik işgal tehditlerini devam ettirdi.

Bu askeri pratikler ve yapılan açıklamalar, biraz Suriye sahnesindeki uluslararası güçlere yönelik ciddiyet gösterisi, biraz müdahaleye gerekçe yaratmak için Kürtleri yanıt vermeye zorlama hamlesi, biraz da TC’nin tampon bölge ile ilgili taahhütlerini tam olarak yerine getiremediği İdlib’i gündemden uzaklaştırma çabasıdır. Ancak Türk  TC devletinin blöf yapmadığı, bu konuda ciddi bir askeri hazırlık içinde olduğu da dikkatlerden kaçmamaktadır. Sınıra yapılan askeri yığınağın yanında TC’nin aralarında DAİŞ ve El Nusra militanlarının da olduğu çok sayıda cihatçıyı “Ahrar Şam Hareketi” adı altında topladığı ve bu oluşuma ait üniformalar giydirdiği belirtiliyor. İdlib, Şehba ve Efrin’den toplanan bu cihatçıların Gire Spi’ye saldırmak üzere 8 Aralık 2018 günü Cerablus sınır kapısından kendi araçları, silahları ve özel eşyalarıyla birlikte Türkiye’ye geçirildiği belirtiliyor. (11. 12.18 İMPNews)

Kısaca mesele son derece ciddi ve TC devletini henüz işgalden alıkoyan, bölgede bulunan Uluslararası Koalisyon güçlerinin (ABD-Fransız-İngiliz-İtalyan) askeri varlığıdır. Bölgede 26 ABD ve 1 Fransız askeri üssü bulunmaktadır. Bölgede 5000 ABD askeri ile sayısı zamanla değişen 1.000 kadar Fransız-İngiliz ve İtalyan askeri vardır. Nitekim Tayyip Erdoğan yaptığı açıklama da hedeflerinin asla Amerikan askerleri olmadığını belirtme gereği duymasının nedeni budur. Bugüne kadar TC devleti tıpkı Cerablus ve Afrin işgalinde olduğu gibi bir işgal harekatına girişmemesinin nedeni, kapalı kapılar ardında emperyalistlerle yaptığı pazarlıkların henüz sonuç vermemesidir. Nitekim Tayyip Erdoğan aynı konuşmasında “Siz bizimle neden hareket etmiyorsunuz da onlarla hareket ediyorsunuz. Bunları kendilerine söylediğim için açık söylüyorum” demektedir.

Bu saldırgan pratiğin içe dönük tarafında da yaklaşan yerel seçimlerle ilgili hesabın olduğu açıktır. AKP iktidarı, Kürtlere yönelik, gözaltı, tutuklama ve katliam politikalarında geldiği aşamadan sonra kısa sürede onların rızasını alamayacağının farkında olmalı ki ırkçı,  milliyetçi ve şovenist bir histeriyle tabanını diri tutma telaşındadır.

Bu noktada şöyle bir hataya da düşmemek gerekir. Doğrudur faşist TC’nin ve özellikle de Tayyip Erdoğan’ın gündeminde “Fırat’ın Doğusuna Operasyon” söylemi sadece yerel seçimlerle ilgili değildir. Evet bu faktör de etkilidir ancak belirleyici olan Rojava Devrimi’yle ortaya çıkan ilerici-demokratik kazanımların kaynağında boğulmasıdır. Diğer bir ifadeyle Türk hakim sınıfları için mesela bir “beka sorunu” olarak değerlendirilmekte ve stratejik yaklaşılmaktadır. Tayyip Erdoğan ve hempaları için olası bir işgal saldırısının kısa vadeli kazanımı yerel seçimlere giderken -tıpkı 24 Haziran baskın seçimleri öncesinde Afrin işgalinde olduğu gibi- kendi tabanını tahkim etmenin dışında bütün burjuva muhalefeti de arkasında yedeklemek olarak ortaya çıkmaktadır.

İşgal operasyonuna hazırlık sayılabilecek bu denemeler ve yapılan açıklamalar, TC’nin Kürt ulusal sorununu inkâr, sindirme ve imha yoluyla halletme siyasetinin sınır ötesi versiyonudur. Kuşkusuz bunun geniş emekçi yığınlara ve dünyaya sunulan gerekçesi terör ve güvenlik tehdididir. AKP iktidarı, “Zeytin Dalı” adı verdiği işgal operasyonuyla Afrin’e getirdiği düzeni ya da İdlib’deki tampon bölge örneğini bir model olarak Fırat’ın doğusundaki bölgelere taşımayı planlıyor. Tüm zirvelerde ve platformlarda bu projesine alıcı arıyor, ABD ve Rusya ile bunun pazarlığını yapıyor. Halk Koruma Birlikleri (YPG) ve Demokratik Birlik Partisi’ni (PYD) hedefe koyan söylemleri bolca tüketiliyor.

Biliyoruz ki sınır ötesi operasyonlar yaşanan ekonomik, siyasal, hukuki fecaatin üzerine şal gibi geriliyor. İktidar bununla muhalefeti de terbiye ediyor, sindiriyor, konuşamaz hale sokuyor.

TC’nin Rojava’ya yönelik saldırılarıyla IŞİD’in sıkıştığı Hacin, Şaafa ve Susa’da bir kere daha nefes aldığı açıktır. Zira, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) omurgasını oluşturan YPG, operasyonu durdurup kuzeye takviye güç göndermeye başlamıştır. Şu anda da bizzat Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarıyla IŞİD’e destek verilmektedir. Olası bir askeri işgalde IŞİD bir kez daha nefes alacağı tartışma su götürmezdir.

Öte yandan YPG’nin Minbiç’ten tamamen çekilmesi ve TC ordusunun bölgeye girmesine yönelik talepleri karşılanmayan TC’nin bu başlıkta ABD ile arasındaki gerilim sürmektedir. TC ile ABD birliklerinin Minbiç sınırında ortak devriyeye çıkmaları TC/AKP’yi tatmin etmekten uzaktır.

TC’nin temel amacı tıpkı Cerablus’da ve sonrasında Afrin’de yaptığı gibi, Fırat’ın Doğusu’nu tümden olmasa bile kendince stratejik gördüğü yerleri işgal edip cihatçı çeteleri buralara yerleştirmektir. R.T. Erdoğan’ın, ABD’de yaptığı konuşmalarda (BM Genel Kurulu Eylül 2018) Kuzey Suriye’de işgal edilen toprakların Fırat’ın Doğu’suna doğru genişleyeceğine yönelik sözleri de bu amacı ifade ediyor.

TC’nin ABD’nin bölgeden çekilmesine yönelik talebi ya da “Kürtlerle değil bizle çalışın” söylemleri işgal saldırılarını devam ettirmeye yöneliktir.

ABD’nin bu talebe şimdilik sıcak bakmadığı ve bu bölgelerden kısa süre için çekilmeye niyeti olmadığı anlaşılıyor. Nitekim ABD ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey aracılığıyla sınırda “gözlem noktaları” kuracağını açıkladı. (07.12.2018)Diğer yandan Kuzey Suriye Federasyonu’nun Esad rejimi ile görüşmelere başlaması da TC’nin işini zorlaştıran etmenler arasındadır.

Bu gelişmeler karşısında TC’de Rusya’ya biraz daha yakınlaşarak, ABD’yi Kürtlerle işbirliği ve Fırat’ın doğusundaki hâkimiyeti konusunda geriletmenin, böylece Kürtleri o bölgeden söküp atmanın hesabını yapmaktadır. Tarihsel denge politikasına dayanarak, ABD’ye karşı Rusya kozunu kullanarak, ABD’ye Kürtlerle ilgili politikasını kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu durumun Rusya’nın işine geldiği ve Suriye’deki politikalarına daha geniş bir hareket alanı sağladığı ise açıktır.

Bilindiği gibi Rusya, ABD’de PYD-YPG’yi terörist örgüt olarak kabul etmiyor. Rusya, PYD-YPG’nin Moskova’da temsilcilik açmasına izin vermiştir. Moskova şimdilik yapılacak olan yeni Suriye anayasasına ilişkin taslakta Kürtler için, “kültürel özerlik” ilkesini savunmaktadır.

Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Aleksander Lavrentiyev, 30 Ekim 2017’de yapılan Astana-7 toplantısında, “Suriye’de Şam yönetimi yanı sıra DEAŞ (IŞİD) ve benzeri terör örgütlerinin üstesinden gelinmesinde Kürtler de büyük çaba harcadı ve harcamaya devam ediyor. Suriye halkının önemli bölümünü temsil eden Kürtlerin, Suriye krizi siyasi çözüm sürecinde de masada yer alması gerekiyor” açıklamasını yapmıştır.

Bu çerçevede konferansa Suriye Kürtlerini temsilen Suriye Kürdistan Demokrat Partisi ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin yanı sıra Demokratik Birlik Partisi (PYD) de katılmıştır. PYD, kongrede Suriye’deki Kürtlerin Federalleşme planlarını gündeme getirmiş ve Suriye’nin kuzeyinde 2016 sonbaharında tek taraflı olarak oluşturulan demokratik federasyonun geleceğini tartışmaya açmıştır.

TC ise bu görüşmelere PYD’nin çağrılmaması gerektiğini ve kendisinin kırmızı çizgisi olduğunu belirterek tarihsel misyonuna uygun bir tutum geliştirmiştir. Ne var ki Rojava’nın varlığı her ne kadar TC açısından kırmızı çizgi olsa da bu çizgi sürekli aşılmaktadır ve geriye sadece TC’nin boş hamaseti kalmaktadır.

Bölgedeki mevcut gücünü Cerablus ve İdlib’teki nüfuzu, cihatçılarla kurduğu ilişkiden alan AKP iktidarı bu bölgelerde elde ettiği etki ile kendini muhatap kılmaktadır. Şimdi ise gözünü Fırat’ın Doğusu’na dikmiş bölgede işgal edeceği yerler ile elini güçlendirme derdindedir.

Gelinen aşamada AKP iktidarı Rojava’nın kaderi hususundaki tek muhatabı bir zamanlar ezeli düşmanın dediği Esad olmuştur. Soçi görüşmelerinden çıkan sonuç tamda bu olmuştur. Söz konusu durum, Rusya ve ABD arasında Suriye konusunda varılan mutabakatında bir sonucudur.

AKP iktidarının gelinen aşamada, dış politika ve ekonomide “taviz politikasına” mecbur durumdadır. Uçak krizinden bu yana ilişkilerin Rusya’ya ekonomik ve siyasi tavizler verilerek yürütülmeye çalışıldığı açıktır. AKP iktidarı, 22 milyar dolarlık nükleer santral, 16 milyar dolarlık Türk Akımı’na ilaveten 2 milyar dolarlık S-400 alımıyla Putin’in gönlü almaya çalışmaktadır. Astana mutabakatı sonrasında Türk askerleri, İdlib’te cihatçı çetelerin tahliye edilmesi ve Suriye ordusuna saldırılarının önlenmesi görevini üstlenmiştir.

AKP iktidarı, İdlib’teki cihatçı çetelerle kurduğu ilişkiyi Rusya’ya karşı bir pazarlık kozu yaparak Rojava’ya yönelik tasarrufları için elini güçlendirmeye çalışmaktadır. Rusya’nın tavrı da TC’ye açık kapı bırakmak, Kürtleri de TC ile korkutup Esad’a daha fazla itme veya başka bir deyişle mahkûm etme stratejisidir. “Fırat’ın doğusu”nu “Suriye’nin bütünlüğüne yönelik ana tehdit” olarak nitelendiren Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’dan (12 Ekim 2018) sonra Suriyeli mevkidaşı Velid Muallim de “İdlip’ten sonra hedefimiz Fırat’ın doğusu… Kürtler, ABD ile hareket etme konusunda ısrar ettiği sürece görüşmeler vakit kaybı” diyerek Kürtlere basıncı artırması Kürtlerin Rojava’daki kazanımlarının, Rus emperyalizmi onunla işbirliği halindeki Esad ve TC devletinin hedefinde olduğunu göstermektedir.

Kürtlerin Politikası

Suriye Kürtlerinin iç savaşta ortaya çıkan tarihsel fırsatı başarılı bir şekilde değerlendirerek izlediği ve esas olarak özerk yapılarını ve ordusunu inşa etme üzerine gelişen siyaseti onları çok önemli bir noktaya taşımıştır.

Suriye’nin yaklaşık üçte birini kontrol eden Kürtler için bölgedeki ABD varlığının birden fazla anlamı var: Rusya’nın talepleri karşısında dengeleyici, TC karşısında caydırıcı bir güç, Şam’la devam eden müzakerelerde ise masada elini güçlendiren bir faktör.

Ancak İdlip’e dair gelişmeler arttıkça Şam yönetiminin “ABD’yle müttefiksen müzakere etmem” tutumu ve buna karşılık Kürtlerin “ABD’den vazgeçmem ama müzakere de ederim” tavrı iyice belirgin olmaya başlamıştır. Rojavalı yetkililerin yanısıra son günlerde PKK’den de benzer çıkışlar gelmesi dikkat çekmektedir. KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun, 20 Ekim’de Medya Haber televizyonunda yayınlanan röportajında, Rusya ve Şam’ın çıkışlarına karşı “(Fırat’ın doğusunda) Mevcut rejimden daha güçlü bir siyasal güç var. Uluslararası koalisyonun orada faaliyetleri var. Uluslararası koalisyon da Rusya’dan çok daha güçlü bir güç” sözlerini sarf etmiştir.

Altun, müzakere sürecine ilişkin sözlerinde ise ABD’nin siyasetiyle PYD-YPG’nin yürüttüğü siyasetin ayrı olduğunu vurgulamıştır: “Kuzey Suriye güçleri, Suriye sorununun demokratik temelde çözümü için çaba sarf ediyorlar. Savaş ve bölünme tercih ettikleri bir şey değildir.”

ABD’nin, Fırat’ın doğusundaki askeri yığınağını her geçen gün biraz daha artırması kısa vadede Suriye’den çekilme gibi bir planının olmadığına işaret etmektedir. Bu da ABD emperyalizminin etkili olduğu Suriye savaşında, YPG-YPJ öncülüğündeki Demokratik Suriye Güçleri’yle (QSD) ortaklık etrafında şekillen uzun vadeli hedeflerin olduğunu göstermektedir.

ABD’nin, Şam ve Kürtler arasındaki görüşmelere paralel olarak, Kürtlerle diplomatik temaslarını sıklaştırması, “Kürtleri kendine tabi kılma – Şam’dan uzak tutma” çabası olarak okunabilir. ABD Savunma Bakanı James Mattis’in “Diplomatlarımızın sayısı ikiye katlandı ve onlar alandalar. (IŞİD’e karşı) Askeri operasyonlar azalırken diplomatik çabaların arttığını göreceğiz” (2 Ekim 2018) açıklaması bunun en somut kanıtıdır.

Ancak kendi güçlerinin bulunmadığı Afrin’deki işgale onay veren ancak güçlerinin bulunduğu topraklarda bugüne kadar Türk ordusuna kapı aralamayan ABD’nin, Münbiç ve Fırat’ın doğusuna yönelik AKP tehditleri karşısında ise sessiz kalması dikkat çekicidir.

Rusya’nın Kürt politikası; Tehditle yola getirme

Moskova’nın bu konudaki tavrı ise nettir: “Sorun Kürtlerle değil, Amerika’yla.”

Kürtlerin kanton modelini şimdilik olumlu bulan, PYD-YPG’yi siyaseten tanıyan Rus emperyalizmi için asıl mesele, onları ABD’den uzaklaştırmak ve Şam’la müzakereden başka seçeneklerinin olmadığını anlamalarını sağlamak.

Rusya, bu hususta ne kadar ciddi olduğunu göstermek için AKP’nin saldırılarına alan açmakta da tereddüt etmeyeceğini daha önce göstermişti. Kürtler Rakka ve Deyrizor’a ABD desteğiyle girince Rusya Türk ordusunun Afrin işgaline yeşil ışık yakmış, kentin düşmesinin ardından Kürtler Şam yönetimiyle müzakerelere başlamıştı.

Dolayısıyla Rusya’nın, son dönemde sıklaştırdıkları “Fırat’ı Doğusu” çıkışlarının karşılık bulmaması durumunda, Kürtlerin ABD’yle ilişkilerini sorgulatacak sınırlı bir AKP saldırısına yol vermeleri mümkündür.

Öyle görünüyor ki Rusya için Kürtler ortaya koydukları demokratik, ilerici modelden çok ezeli düşmanı ABD karşısındaki rolleri gereğince önem arz ediyor. Bu durum değiştikçe ya da Esad’ın Suriye’deki konumu güçlendikçe Rusya’nın Kürtlerin demokratik-özerk yönetimlerine yönelik gerçek tutumu, düşmanlığı da ortaya çıkacaktır. Rusya da tıpkı ABD gibi dinci gericilikle üstüne kalın bir şal çekilen Ortadoğu’da özgürlükçü, demokratik, tüm halkları bir araya getirecek bir modele karakteri gereği düşmandır. Bunu asla istemeyecektir!

Kürtleri “yerel güç” olarak gören, Kürtlerle olan meseleyi de iç siyasi süreçlerde çözmek isteyen Esad rejimi ise asıl sorunun ABD’nin bölgedeki varlığı olduğunu dile getirmekte ve bunu öne çıkarmaktadır. Ancak bugüne kadar taraflar arasındaki müzakerelerden de anlaşıldığı üzere rejim, Kürtlerin özerk yönetim talebine karşı çıkıyor. Rejim, askıya alınan yerel yönetimler yasasının yeniden yürürlüğe girmesi, ana dil hakkı gibi bazı adımları açıktan dillendiriyor ancak Kuzey Suriye ve Rojava’daki özerk yönetim komitelerinin geleceği, YPG-QSD’nin durumu, petrol ve doğalgaz gelirlerinin paylaşımı gibi konularda Şam’ın ne kadar taviz verebileceği pek kestirilemiyor.

Sonuç Olarak

TC devletinin hangi gerekçeye sığınırsa sığınsın işgal söylemleri ve pratiği kabul edilemez. Bu yönlü söylemlere ve pratik girişimlere, olası askeri işgallere aktif bir şekilde karşı koymak, ilericiyim-devrimciyim diyen herkes açısından bir nirengi noktasıdır. Kimi devrimcilerin açıktan ve hatta kendisine Maoist diyen bazı  çevrelerin alttan alta dillendiği, ulusal hareketin emperyalizmle işbirliği meselesi ve buradan hareketle Kürt ulusal mücadelesine mesafeli durmak, TC faşizminin katliam saldırıları karşısında hayırhah bir tutum içine girmek demektir.

Bu konuda bizlerin bakışı nettir. Sosyal şoven bir yaklaşımdan, Kürt ulusal hareketinin maruz bırakıldığı imha ve inkar siyasetine dolaylı da olsa destek olmaktan özellikle uzak durmak, yaşanan katliamlara ve işgal saldırılarına karşı seyirci kalmaktan özellikle imtina edilmelidir. Aktif bir şekilde mücadele edilmelidir. Bu konuda doğru politik yaklaşımı İbrahim Kaypakkaya net olarak ifade etmektedir.

“Bir de, Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu iddiasıyla, Türk hâkim sınıflarının milli baskı politikasını savunmaya yeltenen sözümona ‘komünistler’ var.

Biz burada İngiliz emperyalizminin parmağı olup olmadığını tartışmayacağız. Böyle bir iddiayla milli baskı politikasının savunulup savunulmayacağını tartışacağız. Şeyh Sait isyanının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağının olduğunu varsayalım. Bu şartlarda bir komünist hareketin tutumunun nasıl olması gerekir? Birinci olarak, Türk hâkim sınıflarının Kürt milli hareketini zorla bastırma ve ezme politikasına kesinlikle karşı çıkmak, buna karşı aktif bir şekilde mücadele etmek, Kürt milletinin kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istemek, yani ayrı bir devlet kurup kurmamaya bizzat Kürt milletinin karar vermesini istemek.

Bu, pratikte dışardan müdahale edilmeksizin, Kürt bölgesinde genel oylama yapılması, ayrılma veya ayrılmama kararının bu yolla veya buna Kürt hareketini bastırmak için yollanan bütün askeri birliklerin geri çekilmesi, her türlü müdahalenin kesinlikle önlenmesi, Kürt milletinin kendi geleceği hakkında kendisinin karar vermesi, komünist hareket birinci olarak bunun için mücadele eder ve Türk hâkim sınıflarının bastırma, ezme, müdahale, politikasını kitlelere teşhir eder, ona karşı aktif olarak savaşırdı.(İK, Mayıs 2013, 237 boldlar bn.)

Kürt Ulusal Hareketi hali hazırda Türkiye’de ve Ortadoğu’da izlediği demokratik ilerici siyasetle devrimin dostudur. Dostlarımızla omuz omuza emperyalizme, faşizme, feodalizme, ataerkiye ve her türden gericiliğe karşı savaşmak komünistlerin önünde duran bir görevdir.

16496

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

19:59 Hızır

Sayfalar

Partizan'dan

Vicdan ve ahlak mı dediniz? (Ertan İldan)

Aslında Türkiye'de 50 gün sonra yapılacak seçimler hakkında daha fazla konuşmak niyetinde değildim. Tüm sermayesini bu muharabe'nin sonuçlarına yatırmış ve temelde iki kutupa ayrılmış bir toplumsal psikolojide aykırı bir görüşün yankı bulmayacağını bilirim. Daha da önemlisi muhtemel bir yenilgide akli melekelerini yitirmiş ve umutlarını tüketmiş bir kesimin hışmına uğramak tehlikesi de yok değil. Oysa benim "gemileri yakmak" gibi bir mecburiyetim yok. Demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet isteyen toplum kesimleri ile ilişkilerimi ve görüş alışverişimi sürdürmek isterim.

Kaypakkaya ve Kemalist Cumhuriyet

Bu yıl İbrahim Kaypakkaya’nın faşist Türk devleti tarafından katledilişinin 50. yıldönümüdür.

Ve faşist TC’nin de kuruluşunun yüzüncü yılıdır. Kaypakkaya yoldaşın siyasal yaşamı bu tekçi, inkarcı, katliamcı tarihle hesaplaşmakla geçmiştir. Hiç kuşkusuz onun analizleri yalnız geçmişi değil geleceği de içeriyor. Dolayısıyla cumhuriyetin yüz yıllık tarihini sorgularken onun görüşleri bize yol göstermeye devam ediyor.

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan tarihi momentin realitesi; “Burjuva faşist düzen partileri ve ittifaklarının adaylarını boykot et, devrimci demokrat adayları destekle!” (MKP-SB. Bk. Halkın Günlüğü gazetesi) şiarında dile getirilen bu yaklaşımla örtüşür değildir. Neden değildir? Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan süreç, ‘normal-olağan’ rutin bir süreç olmayıp; yönetimsel olarak sistemde niteliksel değişimin yaşanacağı bir süreçtir.

Delirmeye Az Kaldı Doktorum Nerede

Mahlukatlar içerisinde, kendisi gibisini, yaratabilecek tek canlı insanlardır. (Albert Ergün Einstein)

Ah.... çocuklar... ahh....

Memleketteki partilerin zayıflıklarını öne sürerek her türlü burjuva partileriyle bir araya gelenler....

İş dünya proletaryalarının burjuva renkleriyle bir araya gelmeye gelince....

Dünya proletarya partilerin zayıflıklarını öne sürerek bir araya gelmeyi ret etmekteler.

Ve bu insanlar örgütlüler biz proletaryalar örgütsüz.

Ve bu insanlar örgütlüler biz proletaryalar örgütsüz.

Ve tc’nin okul sıralarında olsa dahil...

Ermeni Devrimcilerin İttifak Deneyiminden Hareketle “YÜRÜ BE KEMAL…”

6 Şubat depremleri sonrasında on binlerce can kaybının ardından 14 Mayıs 2023 tarihinde “Başkanlık” ve “Milletvekilliği Genel Seçimleri”nin “yenilenme”si kararı alındı. Depremler ve ardından yaşanan sellere rağmen ülke seçim sath-ı mahalline girmiş bulunuyor. Seçim, iktidardaki AKP-MHP partilerinin oluşturduğu “Cumhur İttifakı” ve ona eklemlenen partiler ile CHP-İYİ Parti’nin başını çektiği “Millet İttifakı”nın oluşturduğu iki ana siyasi kampın iktidar mücadelesi biçiminde gelişiyor.

ATAERKİL SİSTEME KARŞI MÜCADELE SORUNU, EZEN-EZİLEN CİNS ÇELİŞMESİNİN ÇÖZÜMÜ SORUNUDUR

Sorunların doğru çözümü, öncelikle onların özünün tam olarak ne olduğu veya neye tekabül ettiğinin eksiksiz olarak ortaya konulmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Yani sorun aslında tıpkı şuna benziyor: Doğru ve isabetli tedavi ancak ki doğru teşhis ile mümkün olabilir.

“Kadın sorunu” olarak tanımlanan sorun da böyledir. Sorunun özü bir kez gözden kaçırıldımıydı, sorunun kendisi de çözümü adına ileri sürülenler de isabetli ve doğru olarak ortaya konma şansını yitirir esasen.

Azaduhi (Nubar Ozanyan)

Herkesin anlatılacak bir hikayesi, yazılacak bir yaşamı vardır. Liceli Azaduhi’nin hikayesi, soykırım yaşamış bir Ermeni kadının Lice’den Diyarbakır’a, İstanbul’dan Hollanda’ya uzanan sürgün hikayesidir. Doğduğu yerde yaşayamadığı gibi ölemeyenlerin hikayesidir. Onun hikayesi kolay taşınamaz acıların, tanımlanması zor hüzünlerin hikayesidir. İyilik yapmaktan başka bir şey bilmeyen, ekmeğini paylaşmaktan başka bir şey düşünmeyen, direngen Liceli bir Ermeni kadının hikayesidir.

Katledilişinin 50. Yılı Vesilesiyle KAYPAKKAYA ve TKP-ML

Faşist T.C. Devleti tarafından, bundan 50 yıl önce bir komünist önder, aylarca süren işkenceli sorgular ardından hunharca katledildi. Buradan bir kez daha bu cinayeti kınıyor ve Türkiye-

K. Kürdistan devrimci hareketinin ender yetiştirdiği bu komünist önderi saygıyla anıyor ve ideallerine bağlı kalacağımızın sözünü yineliyorum.

Onun katli, “işkence sonucu ölüme sebebiyet verme” şeklinde olmayıp; bizzat devletin ilgili ve yetkili kurum ve kişilerince, “devletin ulvi çıkarları adına” karar altına alınan bilinçli ve iradi bir cinayettir.

Partizan’ımızı Özlüyor, Mücadelesini Örnek Alıyoruz | Hüseyin Şenol

Partizan’ımızın hayatını kaybetmesinin üzerinden tam iki yıl geçti… Dursun Çaktı’nın bize bıraktığı miras gibi; demokratik kitle örgütlenmesi anlayışının tüm alanlarda yerleşmesi olmazsa olmazımız olmalıdır…

İki yıl önce 25 Şubat’ta, daha 65 yaşında kaybettiğimiz Dursun Çaktı’yı, Partizan’ımızı özlemle anmaya devam ediyoruz ve sürekli anacağız.

Ölümün susturduğu yaşamlar (Nubar Ozanyan)

Yoksulluk, zulüm yetmiyormuş gibi depremin ve kışın beyaz zulmü de halkımızı ölüm karşısında çaresiz ve yalnız bıraktı. Devlet, yüz binlerce insanı canlı canlı toprağa gömdü. Kapitalizmin sermayesi yine halkın canı ve kanıyla yıkandı.

Depreme dayanıksız konutlar halkın mezar taşı oldu. Yoksulluk, kış, çaresizlik, ölüm ezilenleri üşütmeye devam ediyor. Kapitalist sistem, kendisiyle birlikte insanlığı hızla belirsiz bir yıkım ve sona doğru götürüyor. Her şeyi metalaştıran kapitalizm, yaşam gibi ölümü de metalaştırarak insanlığı çaresizliğe ve yıkıma doğru sürüklüyor.

Halk Düşmanı Faşist İktidar Yargılanmalıdır!

Deprem yerkürenin  doğal bir harektliliğinin sonucudur, insanlar için bir felaket haline gelmesi ise, toplumsal sistemin sınıfsal karakteriyle doğrudan ilgilidir. Bilim ve buna bağlı olarak teknolojinin gelişmediği zamanlarda insanların doğal felaketlerden daha büyük zarar görmesi doğaldı. İnsanlık doğanın hareketini öğrendikçe onunla uyumlu yaşamasınıda öğrendi.

Sayfalar