Cuma Nisan 19, 2024

Dünü ve bugünü ile hapishaneler

Hapishanelerin bir kurum olarak tarih sahnesine çıkışı kapitalizmin ortaya çıkışına paralel ve aynı süreçte olduğu görülmektedir.

Yine hapishane denilen kurumun temel değişim süreçlerini ve “reform”larını belirleyen temel olgunun da kapitalist ekonominin ülkeler veya dünya ölçeğinde yaşadığı bunalım süreçleri ile ilişkili olduğunu tarihi gelişmeler incelendiğinde görmek mümkün. Ekonomik gelişmeler kapitalistleri gerek ülkeler bazında gerekse daha geniş kapsamlı olarak bölgesel veya küresel düzeyde yeniden yapılandırmaya zorladığında bu yeniden yapılandırmanın bir ayağını da baskı ve şiddet aracı olan hapishaneler oluşturmaktadır. Bu nedenle kapitalizmde kriz, hapishanelerde “reform” yapısaldır.

1980’lerden bugüne neo-liberal politikalarla yeniden yapılandırılan TC devleti ve aynı kaderi paylaşan diğer devletlerde değişmeyen iki şey vardır. Birincisi “sosyal devletin” her geçen gün küçülmesi, ikincisi “sosyal kontrol” araçlarının sürekli olarak geliştirilir, kitlelerin günlük yaşamlarında artan bir şekilde yer alması, devlet tarafından daha sistemli olarak kullanılmasıdır. Yani devlet güvenlik dışındaki alanlarda “küçülme”ye gidip, sermayeyi palazlandırmak adına bu alanları özel sektöre devrederken güvenlik alanında, kitleleri kontrol edebilmek, zaptu-rapt altında tutabilmek amacıyla sürekli olarak yeni yatırımlar yapmaktadır. Bu dönemde Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı –Genelkurmay’ın- bütçelerinin, diğer bakanlıklarınki azalırken, daha önceki dönemlere nazaran arttığı bunun somut göstergesidir. Yine devletin, sürekli olarak polis ve gardiyan alması, artan bir hızla hapishane yapımı, her ilde, ilçede yaygınlaştırılan mobeseler, “Trafik Kontrol Merkezleri” vb.leri kitlelere mal olan, gözle görülür uygulamaları bu politikaların somut yansımalarıdır.

Devlet aynı politikanın ürünü olarak, toplumu kontrol altında tutabilmek için, polis-asker ve diğer güvenlik unsurlarını her türlü teknolojik araçla donatıp, bu alt yapısını geliştirip genişletmekte; okuldan, hastaneye, bankadan belediyeye kişinin yaptığı her işlem kayıt altına alınıp, sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında toplanması sayesinde kişiye ait bilgiler bir bilgisayar tuşunun ucuna taşınıp güvenlik bürokrasisinin hizmetine sunuyor. Tüm yatırımlar, neo-liberal politikalar paralelinde her gün biraz daha küçülen devletin büyüyen sosyal patlama korkusunu ve bu korkuyu gidermek için uygulamaya soktuğu sosyal kontrol politikalarına verilen önemi göstermektedir.

Elektronik kelepçe, denetimli serbestlik ve hapishaneler bu kontrol politikalarının bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeniden yapılandırmanın mimarı olan ABD, hapishanelere yönelik uygulamaların da ilk uygulandığı yer oldu. Onu İngiltere ve Avustralya izledi. 1990 sonrasında birçok ülke “hapishane reformu” politikalarını politikleştirmeye başladı. Bu nedenle, Türkiye’deki hapishanelerin dünü ve bugünü daha iyi anlayabilmek için ABD, İngiltere ve Avustralya’daki hapishane uygulamalarını incelemek gerekiyor.

 

Yeniden yapılandırmanın ilk adımı: Yeni ceza yasaları ve özellikleri

ABD’de 1970’lerin sonlarında mevcut ceza yasaları “aşırı yumuşak” denilerek “suçun önlenmesi” ve “suçla mücadele” kavramları ön plana çıkarılıp “suçun üzerine sert git” konsepti benimsendi. Bu konseptin sonucu olarak hem eyaletler hem de federal düzeyde birçok yasa çıkarılmıştır. Bu yasalarla belirli suçlar için ön görülen hapis cezalarının süreleri uzatılmış, şartlı tahliye kaldırılmış ve bunu “suç” türleri için zorunlu asgari hapis cezaları getirilmiştir. Böylece 1970’lere kadar uygulanan “belirsiz” ceza sisteminden “belirli” ceza sistemine geçilmiştir. “ Belirsiz” ceza sistemi, ceza verme aşamasında yargıcı takdir yetkisi vermekte, cezanın süresi ve tipi ile birlikte yargıçlar belirlemekte, mahkemeler yasanın ön gördüğü minimum ve maksimum ceza aralığında ceza belirleme yetkisi kullanmaktaydı. Yine bu sisteme de mahkûmun serbest bırakılması şartlı tahliye kurullarına bağlanmış durumdaydı.

1970’lerle birlikte sabit ceza sürelerini getiren “ belirli” ceza sistemine geçirmiş ve yargıçların şartlı tahliye kurullarının takdir yetkileri kaldırılmıştır. Bu sistemin bir diğer adımı da yasal düzenlemelerle ceza sürelerinin uzatılmasıdır. Hem ceza sürelerinin hem de infaz sürelerinin uzatılması (şartlı tahliyelerin engellenmesi) hapishane nüfusunun hızla artmasına neden olmuştur ki; burjuvazi de bunu amaçlamaktadır. ABD’de 1980’lerden itibaren ceza sisteminde “ cezalandırmalarda kesinlik ilkesi” benimsenmiştir. Buna göre verilen cezanın tamamının veya tamamına yakını hapiste geçmektedir. Şartlı tahliye kaldırılmış, mahkûmlar sadece idare ile işbirliği yapmaları durumunda % 15 oranında bir indirimle “ ödüllendiriliyor”lardı. ABD Federal Hükümeti hapis cezalarının en az % 85’inin çekilmesi zorunluluğu getiren eyaletlere yeni hapishaneler kurmaları ve mevcut olanları genişletmeleri için teşfik verme kararı aldıktan sonra tüm eyaletler ceza sistemlerini buna göre düzenliyorlardı. % 20 artış yapabilme yetkisini hapishane idarelerine vermiş, mahkemenin belirlediği cezanın üzerinde hapiste tutmaya gidilebilmiştir.

ABD’yi “cezada kesinlik ilkesi” uygulamasında 1989’dan itibaren Avustralya, Mart 1996’dan itibaren de “white paper” adı ile kamuoyuna açıklanan uygulaması ile “cezalandırmada dürüstlük ilkesi” manipülasyon etiketi ile İngiltere izlemiştir. Bu yasaların amacını ve sonuçlarını anlamak için ABD’de bir tek eyaletteki mahkûm sayısı ve zindan sayısındaki değişime bakmak yeterli olacaktır. Kaliforniya’da 1980’e oranla 1997’de mahkûm sayısı 6 kat artmıştır. 1984-1991 arasında bu eyalette ceza sürelerini uzatan binden fazla yasa çıkarılmıştır. Bu eyalette artan mahkûm sayısı 17 tane yeni hapishane yapılmasını gerektirmiştir. Aynı tablo hem ABD’nin diğer eyaletleri için hem de Avustralya ve İngiltere ile daha sonraları bu yasaları pratikleştiren Latin Amerika ülkeleri ve diğer ülkeler için de geçerlidir.

Yeniden yapılandırmanın toplumsal, ekonomik ve politik boyutları

Burjuva hukuk sistemi tarihinde yeniden yapılandırmanın en önemli toplumsal sonucu daha çok insanın hapsedilmesi olmuştur. 90’lı yıllarda dünya genelindeki yeniden yapılandırma süreci de bu tarihin tekrarından ibarettir. 1987-1995 arası Avrupa’daki bazı ülkelerdeki hapishane nüfusundaki artış oranı şöyledir: Hollanda % 106, İspanya % 70, Yunanistan % 47, İtalya % 41, Portekiz % 40, Norveç % 36, İngiltere % 26’dır.

Burjuvazi kendi sömürü düzeninin devamı için toplumun ekonomik ve siyasal olarak kendisine muhalif olan kesimini hedefinin merkezine oturtur. Baskı araçlarından nasibini en yoğun olarak alan toplumsal kesim bunlardır. Dolayısıyla her türlü yeniden yapılandırmanın etkisini en yoğun yaşayacak olanlar da bu toplumsal kesimdir. Bu nedenle hapishanelerdeki yeniden yapılandırmanın sonucunda, hapishanelere gönderilenlerin toplumun sistematik olarak dışlanan kesimini oluşturanlar olmaktadır. Yoksullar hapishane nüfusunun en geniş kesimini oluştururken, ırkçılığın devlet politikasında egemen olduğu ülkelerde ceza politikaları da kimi zaman açıkça, kimi zaman da kâğıt üzerinde olmasa da uygulamada, ırkçı-şoven-asimilasyona dayalı bir nitelik taşımaktadır. Bunun bir sonucu olarak da toplumun her kesiminde yer alan insanların mahpus nüfusundaki oranları diğerlerine oranla çarpıcı şekilde fazla olmaktadır. Örneğin ABD’de ırksal ve etnik azınlıkların hapishane nüfusu içindeki oranı 1986’da % 60 iken 1991’de % 65 olmuştur.

Artan mahpus sayısı doğal olarak yeni hapishaneleri, hapishane sayılarının ve kapasitelerinin artması demektir. Son yıllarda dünya çapında binlerce hapishane yapıldı. Örneğin ABD’de 1980-2005 arasında 1.000 yeni hapishane yapıldı. Bu rakama eski hapishanelerin genişletilmesi dahil edilmedi. Onlarla birlikte oluşan tabloyu doğru ele almak için 1995’teki verilere bakmak yeterlidir. 1995’te ABD’de 150 hapishane inşa edilirken 170 hapishane de genişletildi. Bu durum bazen daha küçük rakamlarla da olsa İngiltere’den Şili’ye, Belçika’dan Uruguay’a, Kanada’dan Brezilya’ya aynı şekilde yaşama geçmektedir.

Hapishane sayısının artması hapishanelere ayrılan mali kaynağın artması demektir. ABD’de 1982’de cezalandırmaya ayrılan pay 9 milyar dolarken 1996’da 41 milyon doları aşmıştır. “Sosyal devlet” tek edilirken eğitim, sağlık gibi temel hizmetler dahi özelleştirilip sermayeye peşkeş çekilirken hapishanelere ayrılan pay, ordu-polis gibi diğer zor mekanizmalarına ayrılan payda olduğu gibi olağan üstü artış göstermektedir. Emperyalizm tüm dünyada artan yoksullaşmayı, işsizliği “21. yüzyıl sosyal patlamalar yüzyılı olacak” belirlemelerine paralel olarak bastırmak, kontrol altına alabilmek amacındadır. Bunun için devletlerin zor araçları olan polis-ordu ve hapishaneler her yönüyle güçlendiriliyor. Burjuva sınıfın sınıf refleksinin bir sonucu olarak en yüksek kâr, en ucuz emekle sağlanmak istendiğinden, bu süreçte hapishanelere doldurulan milyonlarca insan emeğinden bu amaçla yararlanılmak istenmemesi düşünülemez.

Kaldı ki, burjuvazi sadece “sosyal patlama” korkusu ile “yeniden yapılandırma” çarkının yukarıda saydığımız dişlilerini kurmuyor. Milyonların emeğini sömürebilmek, ucuz iş gücüne engelsiz bir şekilde ulaşabilmek için de hapishane nüfusunu artıran bir politika uygulanmaktadır. “Sosyal patlama” korkusu ve sömürü burjuvazinin hapishane politikasının temel belirleyenleri durumundadır. Bazen bilinçli olarak kitleleri manipüle etmenin bir aracı olarak “sosyal patlama”- “terör” vb.leri ön plana çıkarılıp hapishanelerin ne kadar vazgeçilmez bir kurum olduğu gösterilmeye çalışılsa da bizler hapishanelerin günümüzdeki varlık nedenlerinin temellerinden birinin de burjuvazinin ekonomik hedefleri, yani ucuz-sorunsuz emek sömürüsü olduğunu unutmamalıyız.

ABD’de mahkûm emeğinin sömürüsü 1979’da “Hapishane Endüstrisini Geliştirme Programı” ile 7 pilot proje ile başlamış, 1990’da pilot proje sayısı 50’ye çıkarılmıştır. 90’lı yıllar boyunca eyaletler mahpuslara çalışma zorunluluğu getiren yeni yasalar çıkarırken diğer yandan da istihdam edilen mahkûm sayısını artırmak için yeni programlar yaşama geçirilmiştir. Bugün ABD’de en az 7 saat çalışma zorunluluğu getirilmiştir. Çalışmayı ret etme veya uygun performansta çalışmamak disiplin suçudur. Bunlara ek olarak birçok eyalet, mahkûmları çalışmaya zorlayan ek disiplin suçları belirliyor. Örneğin, bazı eyaletlerde mahkûmlar çalışmayı ret ederse daha uzun hapis cezalarına çarptırılmakta, aile ziyaret hakkı, telefon, sosyal alanlardan yararlanma, sosyal etkinliklere katılma, kantinden alışveriş vb. haklarını kullanamamakta, hücre hapsi alabilmekteler.

Hapishane yönetmelikleriyle, kimi zaman kısmen, kimi zamansa tamamen, mahkûmun dışarıdan giysi, kırtasiye malzemeleri, TV, battaniye, nevresim, yiyecek-içecek vb. temel ihtiyaçlarını kantinden temin edebildiği düşünülürse ve bazen dışarıdan para yatırılmasına da izin verilmediği göz önüne alındığında “kantin alışverişinden men ya da kısıtlama” cezasının zorun çalışmadaki baskısı daha iyi anlaşılır. Bazı eyaletlerdeyse çalışılan günler infazdan 2 gün olarak düşülüp, çalışmayan mahkûmun çalışana göre 2 kat daha fazla hapis cezası yatması sağlanıyor. İngiltere’de 1999’da çıkarılan Hapishane Kuralları /siz disiplin cezaları anlayın) ile mahkûmlar “günde 10 saati geçmek üzere” ve “eğer mümkünse hücreleri dışında bir başkasıyla birlikte” çalıştırılabilineceğini getirmektedir. Bu mümkün olmadığında günde 10 saate kadar hücresinde tek başına çalıştırılabileceği anlamına gelir. İngiltere’de de mahkûmun çalışmayı reddetmesi veya istenildiği gibi çalışmaması durumunda hapishane yönetimine keyfince “disiplin cezası” verme, hatta mahkemelerin verdiği hapis cezalarını uzatma hakkı dahi verilmiş durumdadır. (Bu uygulamalar bugün ülkemizde sıklıkla başvurulan “disiplin cezalarının” gerçek işlemlerinin ne olduğu kitleleri maniple etmek için “kurala uymadılar”, “gereksiz yere marş söylediler” şeklinde ifade edilen söylemlerin nasıl pespaye maskeler olduğunu da açıkça göstermektedir.)

19. yy’da uygulanan “kiralık hapishane” modelinde hapishane yönetimleri ile özel şirketler arasında bir sözleşme imzalanarak, mahkûmun emeği hapishane idarelerinin denetimi ve kontrolünde özel sektöre kiralanırdı. Bu model bugün yeniden yapılandırmaya gidilen birçok ülkede hapishanelerin özelleştirilmesinin bir alt adımı, hazırlığı olarak uygulanmaktadır. Bazı ülkelerde ise bu modelle özelleştirme birlikte uygulanmaktadır. Hapishanelerin özelleştirilmesine 1979’da ABD’de başlandığını yukarıda aktarmıştık.

Bugün ABD’nin önde gelen pek çok şirketi ürünlerini hapishanelerde üretmektedir. Bu şirketlerin arasında, Microsoft, IBM, Boeinh, Motorola, Texas Insstruments, Nike, Lee Jeans gibi dünya çapında tanınan şirketler de vardır. Mahkûmlara yönelik teknolojik bazı malların üretilmesinden, çamaşır yıkamaya; telefonla pazarlıktan, tekstil sektöründen çalışmaya; veri depolamaktan, bilgisayar paketlemeye kadar bir dizi mal ve hizmet üretimi yapılmaktadır. Tüm bunların karşılığı olarak da mahkûmlara ya hiç para ödenmemektedir ya da aynı işin dışarıda bir işçi tarafından yapıldığında ödenen ücretin yaklaşık olarak 1/6’sı ödenmektedir. Yani bir işçi yaptığı iş için dışarıda 6 birimlik bir ücret alırken aynı işçi tutuklanır aynı işi hapishanede yaptığında 1 birimlik bir ücret almaktadır. Üstelik bu 1 birimlik ücretin de iaşe-sağlık giderleri vb. harcamalarla bir kısmına el konuluyor. Kalan kısmı çeşitli fonlar, zorunlu tasarruf hesabı mahkeme hizmetleri, vergi gibi kesintilere uğruyor. Sonuç olarak mahkûmu kentin alışverişi için çok küçük bir miktarı veriliyor. Öyle ki ABD’de mahkûmun ücretinin % 80’ine el konulabiliyor. Bütün bunların yanı sıra mahkûm emeği, işçi emeğinin sahip olduğu haklara da sahip değildir. Sağlık sigortası, işsizlik sigortası, emeklilik hakkı, işten çıkarma tazminatı, tatil hakkı, dinlenme hakkı, hastalık izni, sendika hakkı, toplu sözleşme hakkı, grev hakkı hapishanelerde yoktur. Mahkûmun modern kölelere dönüştürüldüğü bu sömürü koşulları birçok şirketin emek yoğunluğu gerektiren iş ve sanayi dallarındaki işletmelerini kapatıp hapishaneleri bu amaçla kullanmaya başlamalarına neden olmaktadır.

Modern köleye dönüşen mahpusun sermaye için nasıl bir cazibe merkezi olduğunu anlayabilmek için ABD’deki çok uluslu hapishane şirketlerinin lideri olan “Corrections Corporation of America” (CCA) şirketinin 15 yıldaki büyüme hızına bakmak yeterli olacaktır. 1983’te kurulan CCA’nın geliri 1992’de 95 milyon dolar, 1995’te 207 milyon dolar, 1996’da 293, ’97’de 462, ’98 Eylül sonu itibariyle 484.5 milyon dolardır. CCA 1998 itibariyle ABD, Porto Rico, Avustralya ve İngiltere’de toplam 78 hapishane işletmektedir.

Hapishanelerin ekonomideki yerleri sadece özel şirketlere ucuz-risksiz emek, yaratmakla sınırlı değildir. Ayrıca, inşaat, mimarlık, sağlık, yemek, nakliye, telefon-güvenlik teknolojileri gibi alanlarda hizmet veren şirketler için bir gelir kapısı durumundadır.

Hukuk sistemindeki yeniden yapılandırmanın temelinde hapishaneler vardır. Fakat ekonomik yönleri olan hapishaneler dışında kalan başka “ceza” türleri de vardır. Burjuvazi bir yandan ceza türlerini çeşitlendirerek hapsetmeye alternatif ceza türleri oluşturmaya çalışıyor fakat henüz sistem tam anlamıyla hazır olmadığı- ortaya çıkmadığı için de diğer yandan bu alternatif ceza türlerinin uygulanacağı cezaları sınırlayıp hapishanelerin varlığını devam ettiriyor, bunların mahkûm sayısına etkisini ihtiyacına paralel düzenliyor. “Kamu yararına çalışma”, “Denetimli serbestlik” gibi alternatif ceza türleri bunlardan birkaçıdır. Bu tür cezalar birkaç yılla cezalandırılan “hafif suç”lara verilmektedir. Mahkemelerce bu tür cezalarla cezalandırılanlar; okul-hapishane-adliye gibi resmi kurumlarda bireysel yeteneklerine paralel çeşitli işlerde, günde belli bir saat, ücretsiz olarak ve denetlenerek zorunlu çalışmaya tabi tutuluyorlar. Bu cezalandırma yöntemi sayesinde devlet daha önce yapılması için belli bir kaynak ayırıp memur veya işçi çalıştırırken, bu maddi yükten kurtulup bu işleri ücretsiz olarak yaptırabilmektedir. Bu ceza yöntemi bir yandan “sosyal devletin” “küçültülmesi” politikalarına hizmet ediyorken diğer yandan da burjuvazinin daha ucuz mahkûm emeği elde etmesine yeni alanlar açmaktadır. Zira mahkûm emeği her ne kadar işçi emeğinden ucuz olsa da belli bir yatırımı, mekânı-teknolojik denetimi, gardiyan vb. güvenlik personelini gerekli kıldığından bir harcamayı da gerekli kılmaktadır. Fakat bireyin kendi evinde, kendi mahallesinde, iş yerinde teknolojik denetim ile mahkûm işçi haline gelmesi durumunda tüm harcamalar en az noktaya çekilmiş olacaktır. Elbette ki burjuvazi, burjuva sistemi bir bütün olarak hedefleyen muhaliflerinin varlığından duyduğu kurku ile bir bütün olarak hapsetme politikasından, hapishanelerden vazgeçmeyecektir. Fakat bu onun ucuz mahkûm emeğine ulaşma arayışında engel olamamaktadır. Zamanla, bu “hafif ceza”lara verilen ceza türleri orta ve daha ağır cezalar içinde adli tutsaklara bu türden cezalar ileride verilebilir.

Buraya kadar esasta emperyalist-kapitalist ülkelerden, esasta da 1970’lerden sonraki “yeniden yapılandırma”, reform” politikaları ile hapishanelerde yaşanan değişim ve bu politikaların arka planıydı. Türkiye kendine has bir süreç yaşadı. Ekonomik olarak emperyalistlerden kendine biçtiği “yeniden yapılandırma” adımlarını atsa bile bunun bir parçası olan hapishanelerin yeniden yapılandırılmasını aynı hızla yaşama geçiremedi. Kimi adımlar atıp, denemeler yapsa da kendisi açısından istediği yasal düzenlemeleri yapmakta yetindi. TC’deki hapishanelerin “yeniden yapılandırması”nı incelerken ayrıntılı ele alacağız. Fakat özellikle 1991 şartlı tahliye yasası ile başlatılan “reform”lardan dikkat çekici bazılarını burada da hatırlatalım.

1990 ile 2000 arasında birçok yasal değişiklik ile hem hapishanelerin birer sömürü aracı halini almasının alt yapısını oluşturdu, hem tecrit-tretman politikaları ile mahpusu teslim almanın yasal alt yapısını oluşturdu, hem de tıpkı emperyalistlerin yaptığı gibi “suçun üzerine sert git” konseptini benimseyip TMY gibi özel kurumlar çıkarmanın yanı sıra birçok suçun ceza sürelerini TCK’da artırmaya yöneldi. 1997’de iş yurtları ile ilgili bir yasal değişiklik yapıldı. Bu tarihten itibaren mahkûm emeğinin sömürüsünde hızlı bir artış sağlanmış olundu 2000 ile 2005 arasında, TCK, CMK, CİK gibi tüm temel kanunlar değiştirildi. Mahpus bu yasalar ile bir “köle” olarak tanımlandı. Çıkarılan yasalardaki belirsiz “terör” vb. tanımlamalar ile sistem her türlü muhalifini işlediği kadar hapsetme olanaklarına kavuştu.

Bu gelişmeler yukarıda anlatılan emperyalistlerin kendi deneyimleri ışığında okunduğunda, Türkiye hukuk sisteminin yeniden dizaynı, hapishanelerde yaşananlar ve tüm bu süreçte TC’nin, efendilerinin deneylerini rafine ederek ülke koşulları-dengeleri içinde ustalıkla uygulandığı sonucuna ulaşılacaktır. Fakat bu sonuca rağmen TC istediğini alamamıştır. Çünkü istenilen mahkûmun, esasta da devrimci tutsakların teslim alınmasıdır. Bu amaca ulaşmak için delindeki en güçlü silahı tecrit-tretman politikalarını devreye sokuyor.

Tecrit ve tretman politikaları

Sistemin, hapsetme ile hedeflediklerine ulaştırmasının önündeki ilk engel mahkûmdur.

Mahkûmun hem tek tek hem de kitlesel olarak bu sömürü çarkına katılımı sağlanmalıdır. Bunun yolu da çoğunlukla baskı ve zor olmaktadır. Bilinen anlamıyla fiziki şiddet, insanlığın tüm dünyadaki mücadelesi ve kazanımlarının bir sonucu olarak hapishanelerde de ortadan kalmak zorunda kalmıştır. Bunun yerine, içinde kimi zaman fiziki şiddeti de alan tecrit ve tretman politikaları geliştirilmiştir.

Hapsetme, kapitalizmle birlikte bir ceza yöntemi haline gelmiştir. Tecrit ve hücre sisteminin ilk hapishanesi ise Amsterdam Rashuis olmuştur. Bu hapishanede 4-12 kişilik hücreler ile grup tecridi uygulanıyordu. Çalışmanın zorunlu olduğu bu model “flaman modeli” olarak adlandırılmıştır. İkinci “ıslah etmenin temel koşulu” olarak tecridin eklenmesidir. Bu modelde zorunlu çalışmanın yanı sıra tecrit aracılığı ile mahkum yalnızlaştırılıp, din-inanç vb.nin etkisinde kullanılarak hâkim ideolojinin yeniden oluşturulması hedeflenmektedir.

Üçüncü model “Philedelphia Modeli”dir. Amerikan sisteminin siyasal yenilenme çabalarına bağlı olarak gelişen bu model öncekiler gibi kısa ömürlü olmadı. 1850’lerde ortaya çıkacak olan “ıslahat hareketi” ne kadar yeniden ele alınarak geliştirildi. 1730 yılında Phidelphia kentinde kurulan Walnut Street Hapishanesi’nde uygulanmaya başlanan bu modelde; atölyelerde zorunlu çalışma, mahkûmların sürekli meşgul edilmesi, hapishanenin mahkûmların çalışmasıyla finanse edilmesi, mahkûmlara tahliye olduklarında verilmek üzere ücret verilmesi, zamanın ayrıntılı bir biçimde plana bağlanıp yaşamın mutlaklaştırılması, sürekli gözetim gibi uygulamaları içeriyordu. Bu modelde mahkumlar hücrelerinde zorunlu çalışmaya tabi tutuluyor, gardiyanlar ve ara sıra gelen ziyaretçiler dışında kimseyle görüştürülmüyorlardı. “Ayırma sistemi”, “mutlak soyutlama” adları da verilen bu sistem 19.yy. boyunca Batı’da en yaygın kullanılan hapishane modeli oldu. ABD bir süre kullanıp terk edip bu modeli “Yüksek Güvenlikli Hapishane Modeli” olarak Türkiye gibi ülkelere ihraç etmektedir. Bu model F Tiplerinin dayandığı modeldir.

1791’de J. Bentham’ın “Panoptican” adlı, gözetlemeye dayalı model bir diğer model olarak uygulanmaya geçti. Bu modelin sonuçları topluma okullarda, hastanelerde, askeriyede, fabrikalarda, sokakta vb. her yerde gözetlenmesi olarak yansıyacak, toplum yaşamı yarı açık hapishaneye dönüştürülecektir. Bu modelde gözetleme, ortada bir kule ve bu kuleden tüm hücrelerin gözetlenmesini sağlayacak bir mimari yapı ile mümkün oluyordu. 1791’in teknik olanakları gözetlemenin farklı alternatiflerine olanak vermediğinden hapishane buna imkân verecek şekilde bir mimariye sahip oluyordu. Fakat günümüzde kameralar her mimari koşulda gözetlemeye imkân verdiğinden, Panoptican modelle hedeflenenler mahkûmun kullanım alanlarına, “güvenlik” vb. uydurma gerekçelerle kameralar takılması ile hedeflenmektedir.
Tıpkı Haziran Direnişi sürecinde olduğu gibi saldırıya uğrayanların lehine görüntüleri kaydettiği süreçlerde nasıl oluyorsa ya bozuk ya tamirde bulunan bu kameralar mahkûmların lehine durumlarda aynı şekilde bozuk oluyorlar. Bununla birlikte mahkûmun 24 saati gözetleniyor.

Mahkûm hangi davranışı, hangi gerekçe ile cezalandırılacağını bilmeksizin sürekli olarak gözetlemenin baskısı altındadır. Örneğin, bir havalandırmadan gelen bir topu başka bir havalandırmaya atmak “örgütsel iletişime yardım” olarak kabul edilip cezalandırılabilecektir. Veya volta sırasında arkadaşınızla yapacağınız bir tartışma idarece birlikte kalınan kişileri tehdit, hakaret, baskı altına alma vb. olarak ele alınıp, hiçbir şikâyet olmasa bile cezalandırılabilinecektir.

Yine bugün “bireysel yaşama saygı”nın ispatı olarak ses kayı yapmayan cihazlar takıldığı söylense de, ileride bu cihazla yine “güvenlik” nedeniyle ses kaydı da yapanlarla değiştirilebilecektir. Bu durumda, hapishane idaresinin uygulamalarını, devletin uygulamalarını vb.ni eleştirmek, disiplin cezalarına gerekçe olabilecektir. Tüm bunlar bir yana bireyin tüm aile yaşamı bu kameralar ile gözetim altına alınmış olacaktır. Aile sıkıntılarını arkadaşı ile paylaşan mahkûmun en mahrem sırları onu “hasta” olarak gören ve “ıslah” etmek için her yolu mubah sayan bir idarenin eline geçmiş olacaktır. Görüleceği gibi mahkûm özel yaşam alanına takılan kameralar ile sürekli gözetimin amacı olan mutlak tecride kendi rızası ile kendi kendisini mahkûm etmeye yönlendirilmektedir.

Mahkûm idare ile paylaşmak istemediği hiçbir şeyi kendi arkadaşı ile de paylaşamamaktadır. Mevcut tecrit bu yolla daha da ağırlaştırılmaktadır.
Kameralar ile bireyin dostları ile paylaşımı sınırlandırılıyor, yeni keyfi cezalandırmaların önü açılıyor, mahkûm ne zaman nasıl izlendiğini bilmeksizin sürekli bir izleme stresine maruz bırakılıyor. Tecritteki bireyin bir de kendi kendisine sınırlamalar getirmesi, kendi kendisini tecride alması hedefleniyor. Bunlar yapılabilsin diye burjuva hukukça sıklıkla getirmesi kendi kendisini tecride alması hedefleniyor. Bireysel yaşamın dokunulmazlığı kameraların tecavüzü ile son bulurken burjuva hukuk sistemi bu tecavüzü de aklayıp, paklıyor tecavüzcüleri değil mağduru suçlu ilan ediyor.

1840’da Avustralya’nın doğusunda bir İngiliz Ceza Kolonisi olan Morfolk adasında Yüzbaşı Alexsander Moconochie “Not sistemi” diye bilinen bir sistem geliştirdi. Bu sistem mahkûmların önceden belirlenmiş cezalarını yatmaları yerine not toplamalarına dayanıyordu. “İyi davranış, sıkı çalışma” not kazanırken, “itaatsizlik ve çalışmama” not kaybettiriyordu. Bu sistem, cezanın suça uygun olması yerine, mahkûmu hegemonya altına almayı esas alıyordu. İngiliz sömürgeciliğine direnenleri ve sosyalistleri hedef alan bu uygulama, 1900’lerde yerini “İrlanda Modeli”ne bıraktı.

“İrlanda sistemi” üç aşamadan oluşuyordu. İlk aşamada mutlak yalıtmaya dayalı bir hücre hapsi uygulanıyordu. Burada alınan sonuca paralel mahkûmun diğer mahkûmlarla çeşitli işlerde çalışmasına izin veriliyordu. Üçüncü aşamada ise “hizaya sokuldu”ğu düşünülen mahkûm denemeye tabi tutuluyordu. Mahkûm tam itaatini, “ıslah” olduğunu ispat edemezse tekrar ilk aşamaya geri dönüyordu. Bu sistemle de daha önceden belirlenmiş bir ceza süresi yoktur. Tahliye kayıtsız şartsız itaat ve “dönüşüm”e bağlıdır.

19. yy. sonlarında Amerika’da hükümlülerin suç türlerine göre sınıflandırılarak birbirlerinden ayrılmasını zorunlu çalışması, önceden belirlenmiş ceza sürelerinin iyi davranışa bağlanmasını savunan “ıslah evleri hareketi” adlı bir akım çıkmıştır. Bu akımla birlikte hücre uygulaması artık tüm mahkûmları değil, esas olarak siyasi tutsaklara, nadiren de adli mahkûmlara yönelik bir uygulamaya dönüştü. 20. yy.’da Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşan bu akım hapishanelerdeki uygulamaların suçun türüne bağlı olarak (siyasi-adli) farklılıklar göstermesi esasına dayanıyor. Hücre artık siyasi tutsaklara yönelik bir uygulama olarak öne çıkıyordu.

ABD, muhaliflerini hapishanelerde tecrit ederek yalnızlaştırmak ve bu yolla kişiliklerini yok ederek itaate zorlamak amacıyla, ilk büyük laboratuarı Kore’de kurdu. Psikiyatrist Edgar Schain burada “asker psikolog” olarak görev yaparken deneyimlerini 24 maddelik özel bir program haline getirdi. Bu 24 madde incelendiğinde insanı teslim almak için nasıl bir saldırının ön görüldüğü daha iyi görülecektir. 24 madde şu şekildedir:

1) Tutsaklar yeterince tecrit edilen bölümlere yerleştirilmeli. Çünkü bununla duygusal ilişkiler başarılı bir şekilde koparılabilir. Ya da ciddi bir şekilde zayıflatılabilir.
2) Tüm “gerçek önderler”, doğal önderler ayrı tutulmalı.
3) İşbirliği yapılan tutsak, önder olarak gruba yerleştirilmeli.
4) Beyin yıkama amacıyla uyum içerisinde olmayan tüm grup etkinlikleri yasaklanmalı
5) Tutsak gözetlenmeli ve özel öz geçmiş materyalleri toplanmalı.
6) Sonradan başkalarına gösterilecek tutsakların isimleri sahte açıklamalarla yazılmalı.
7) Oportünistler ve ihbarcılar korunmalı.
8) Tutsaklar hiç kimseye güvenmemeleri gerektiği temelinde ikna edilmeli.
9) Kendi iradesiyle işbirliği yapmayı kabul edenlere hoşgörülü davranılmalı, kabul etmeyenlere ise sert muamele uygulanmalı.
10) Birlikte hareket edenler cezalandırılmalı.
11) Tutsaklara gelen posta (mektuplar vs) sistemli olarak denetlenmeli ve saklanmalı.
12) Tedavi metodlarıyla ve tutsaklar üzerindeki kontrolle uyuşmayan ilişkiler engellenmeli ve kesilmeli.
13) Tutsaklar arasındaki grup değerleri dağıtılmalı.
14) Tutsaklar arasında, onların sosyal düzenlerinde vazgeçtikleri ve tamamen tecrit oldukları bir grup düşüncesi yaratılmalı.

15) Her türlü duygusal destek yok edilmeli.

16) Tutsakların tutsaklık koşullarını, yakınlarına ve arkadaşlarına aktarmaları engellenmeli.

17) İstenilen yeni davranışı destekleyen ya da tarafsızlaştıran, böylesi materyalleri içeren, yayınların ve kitapların girişine izin verilmeli.

18) Normları bilinçlice belirginsizleştirmek ve tutsak üzerinde baskı uygulamak suretiyle birey yeni ve ikircikli duruma getirilmeli. Çünkü yeni bir soluklamaya baskı yapmak için, tutsakların yeni duruma uyum sağlama imkânları yaratılmalı.
19) İrade gücü birçok kereler zayıflatılan ve tahrip edilen bireyler düşünceleriyle uyum içinde olan ve görevi devamlı bireyin moral desteğini tahrip etmek olan tutsaklarla birlikte bir yaşam durumuna getirilmeli.

20) Karakter zayıflaması için teknikler uygulanmalı. Aşağılama, iftira gibi yöntemlerle şeref ve haysiyetle oynama, bağırma, hakaret etme, suçluluk duygusu yaratma, uykusuz bırakarak etkilenebilirliği sağlama, sert cezaevi yöntemleriyle arada bir düzenli işkence yapmak gibi.

21) Tüm iki yönlü girişimlerle hücre arkadaşlarının baskısı sağlanmalı, yeniden bir düşmanlık ortaya çıkarılmalı.

22) Tutsağın hücre arkadaşları aracılığıyla, geçmişte ya da gelecekte bir kez bile kendi temel prensipleri ve değerlerini düşünmediğine, ciddiye alınmadığına dikkat çekilmeli.

23) Baskının kaldırılması ve insani varlık olarak, beyin yıkama amacına uygun, itaatli ve mütevazı, yaltakçı davranışlar ödüllendirilmeli.

24) Yeni davranışı güçlendiren sosyal ve moral destek sağlanmalı. (Sessiz Ölüm, Ümit Koşan’dan aktaran “Tecrit Yaşayanlar Anlatıyor”, Selami Kurnaz, Boran yy.)

Almanya’da 1940’lı yıllarda Hitler’in psikolog ve sosyologları toplama kamplarını ve hücreleri keşfetti. Bu yalnızlaştırma laboratuarlarında itaat ve korku insanlara “öğretiliyor”du. Almanya’da 1970’li yılların başında hücre tipi uygulamaları ilk olarak RAF üyelerine uygulandı. Meinhof ve ardından arkadaşları Baader, Ensslin ve Raspe tabutluklarda katledildiler. Hücreler İngiltere’de IRA’ya, İtalya’da Kızıl Tugaylar’a, Latin Amerika’da, ABD’de, Kore’de, Vietnam’da devrimci komünistlere ve sistem muhaliflerine karşı bu dönemde kullanılacaktı. Almanya’da Stammheim Hapishanesi’nde, İngiltere’de “Özel Güvenlik Üniteleri”nde, ABD’de “H Blokları” nda, Güney Amerika’da “Kaplan Kafesleri”nde… Daha birçok ülkede tecrit hücrelerinde, hapishanelerinde insanlar kimliklerinden soyundurulmaya çalışıldı. ABD’nin öncülüğünü yaptığı emperyalistler, laboratuar çalışmalarına Guantanamo’da, dünyanın dört bir yanındaki “gizli hapishanelerle”, hukuki sorumluluktan kurtulmak adına geliştirilen “uçak hapishaneleri”nde, “gemi hapishaneleri”nde devam ediyorlar.

 

Tecrit nedir?

Bugün ülkemizde ve dünyada pratiğe geçirilen tecrit ve tretman (ıslah etme) politikaları yukarıda belli başlılarını saydığımız tüm model-sistemlerin teknolojik gelişmelerle de desteklenmiş olan bir bileşkesidir. Bazı yerlerde bir model ağırlık merkezi olurken, başka bir yerde başka bir model ağırlık merkezi olabiliyor. Değişmeyen tek şey merkezinde tretman politikalarının yer aldığı tecrit sistemidir. Tecrit, yalıtmak, benzerlerinden ayırmak, ayrı tutmak anlamına geliyor. Tretman; mahkûmun teslim alınması amacıyla yapılan uygulamaların (teknik, gözlem, takip, bilgi birikimi veya ödül-ceza vb.leri) tümüdür. Tecrit sistemi ise tecrit ve tretmanın birbirini tamamlayacak şekilde kullanılmasıdır. Biz tecrit derken bu son kullandığımız anlamıyla, “tecrit sistemi” anlamı ile bu kavramı kullanmış olacağız.

Yukarıda anlattığımız birer model olarak kendi sistemlerinin ana hatlarını ortaya koyduğu oranda tecridin insanın “ıslah” edilmesinde nasıl bir araç olduğuna dair bizlere bazı ipuçları verse de, bunlar yeterli değildir. Bu nedenle tecrit-mahkûm- “ıslah etme” üzerinde, tecridin “iyileştirme” aracı olarak insana etkileri üzerinde ayrıca durmak gerekiyor.

Tecridi, “insanın duygusal algılarının uyarcılarından yani dış dünyadan ve doğal olan her şeyden yoksun bırakarak kişiliğinden yok edilmesi ve yerine istenilen başka normların empoze edilmesi” (sessiz ölüm) şeklinde özetleyebiliriz.

Tecrit bir duygusal mahrum bırakmadır. Bu ise duygusal algılamanın maruz kaldığı en etkili kısıtlama ile sağlanır. İnsan denen canlı duygusal algılama aracılığıyla dışındaki dünyayla ilişkiye geçer. Tecritte ise ilişkide olunan nesneler sınırlandırılır. (Mahkumun giysilerinden, okuduğu kitap sayısına, kap-kaçak olarak bulundurabileceği eşyalara ve hatta ilaç, yiyecek içecek vb.ne kadar her şey belli sayılarla sınırlandırılır. İhtiyaç olsa dahi bu sayıların üzerine çıkılması engellenir.) sadece nesnelerle olan ilişki değil, dış dünya ile ilgili her türlü bilgi, haber, yorum, ve değerlendirmeye olanak sağlayacak materyallerde sınırlandırılmış ve hatta çoğunlukla bütün ihtiyaçlar bütünen engellenmiştir.

Böylece mahkumun ilişkide olmadığı nesnelerle, sınırlı bilgi edildiği gelişmelerle, yani bir bütün olarak olgularla madde ile ilişkileri koparılmış olunur. Bu koparılış mahkuma ilişkilerinde ve düşünüşte tek yanlılığa, soyutlamaya, giderekte kurgular üretmeye yönlendirir. Mahkum mevcut durumu ne kadar algılayabilir ve açıklayabilir, bilince çıkarabilirse bu durumla o oranda sağlıklı bir mücadele yürütebilir. Böyle bir mücadelenin yapılamadığı veya yetersiz, eksik kaldığı hallerde mahkûm gerçekle hayali birbirine karıştırmaya ve giderek kontrolünü kaybetmeye başlar. Mahkûmun kontrolünü kaybetmesi de minör, majör depresyonlara, şizofrenleşmeye kadar gitmektedir. Zira bu tür sağlık durumları yaşayan mahkûm sayısı oldukça fazladır.

Mahkum, başka hiçbir şiddet aracı kullanmaksızın veya özel uygulamalara maruz bırakılmaksızın, sadece tecrite konulup süresi belli olmayan bir şekilde sınırlandırılmasının onu sağlığına yönelik bir saldırı olduğunu gördük. Bununla birlikte tecritin sadece bir mekanın sınırlandırılması olmadığını da eklemek gerekiyor. Tecrit, gerektiğinde ve ihtiyaç duyulduğunda diğer şiddet yöntemleri ile de desteklenen, mahkumun hareket ve davranışının onun kişiliğinin silinip, empoze edilmek istenen kişilik ve değiştirilmesi amacıyla sürekli olarak sistemli bir şekilde takip edilmesi, kaydedilmesi ile elde edilen bilgilerin bu işle görevlendirilmiş özel personelce değerlendirilmesi ve her mahkuma özgü teslim alma politikalarının üretilmesidir. Ziyaretçilerle görüş, telefon görüşleri, avukat görüşleri-yasal olmamasına rağmen- personel ile her hangi bir nedenle yapılan görüşmeler, kantinden alınanlar, (kullanılan sigara vb.n bağımlılığından diğer tüketim alışkanlıklarına kadar) gelen giden kitap, mektup, dergi vb.leri, idare kütüphanesinden alınanlar, psikolog-sosyolog vb.lerinin, yaptığı “gözlem form”ları, anketler, revir kayıtları, kullanılan ilaçlar, okunan günlük gazete, çevre ile ilişkiler, katılınan etkinlikler, buralardaki performans… vb her küçük ayrıntı, dilekçeler, başvuru formları, gözlem raporları, tutanaklar, komisyon değerlendirmeleri ve daha bir çok yolla kaydedilmekte, mahkum hakkındaki bilgi havuzuna verileri olarak girmektedir.

Bütün bunlar mahkumun durumunu değerlendirilmesi gündeme gelince (not verme sistemindeki gibi) hangi durumda olduğunun tespiti için kullanılmaktadır. Durumu tespit edilen mahkuma uygulanacaklarda yine bu bilgi havuzundaki veriler ışığında belirlenip, güncellenip, pratiğe geçiriliyor. Mahkumun bu uygulamaların bir sonucu olarak zamanla “hakkımdaki her şeyi biliyorlar” fikrine sahip olması istenilir. Bundaki amaç mahkuma kendini güçsüz hissetmesi, hiçlik duygusuna kapılmasıdır. Güçsüzleşen, hiçleşen mahkumun adım adım yeni itaatkâr sefil “kimliğine” hazır hale geleceği düşünülmektedir.

Tecrit sadece mahkumu, mahkumları değil bir bütün olarak toplumu “ıslah” etmeyi hedefler. Halka yönelik olarak feodalizm dönemindeki cezanın “seyirlik” olması özelliği yaşama geçirilir. Tecrit altındaki tutsakların maruz kaldığı her türlü zulüm resmen kabul edilmez ama halka yansıtılmasına izin verilir. Tecrittekilerin çektiği zulümle halk daha harekete geçmeden teslim alınıp itaat ettirmek istenmektedir.

Bütün bu söylenenlerin bir sonucu olarak diyebiliriz ki; tecrit, kapitalizmin bireye ve topluma zaman ve mekanın kullanarak uygulandığı etkin bir şiddet aracı, bir işkence yöntemidir. 


68106

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

Partizan'dan

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Sayfalar