Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (3.Bölüm)
2.2. “ESKİ VE İYİCE YERLEŞMİŞ BİR BURJUVA DEMOKRATİK SİYASİ SİSTEME SAHİP OLMASI” SORUNU.
H. yeşil 1. Maddede Türkiye’nin Kominter Programında öngörülen ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sisteme sahip’ olması koşulunu aradığına göre, demek ki bu koşula uygun olmayan ülkelerde sosyalist değil, demokratik devrimin gündemde olacağını öngörüyor.
Öncelikle belirtmek gerek ki; ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sistemi” şeklinde, olabildiğince izafi-elastiki bir ‘koşul’un, ‘çözülmemiş demokratik devrim görevi’ olarak ileri sürülemeyeceği açıktır. Öte yandan Leninist perspektifte sosyalist devrim de asla böylesi bir koşula endekslenmez. Çünkü bu her şeyden önce tıpkı sosyalist devrimin ancak ki ileri derecede gelişkin kapitalizm koşullarında mümkün olabileceğini öngören görüş vari bir görüş olur ki, bunun da Leninizm tarafından aşıldığı bizce açıktır. Sıkı bir Leninist olarak H. Yeşil’in Ekim Sosyalist devriminin sosyalist devrim olup olmadığını sorgulatan böylesi bir argümanı ileri sürmesi, hiç kuşkusuz ki kendisi açısından büyük bir talihsizlik olmuştur.
H. Yeşil’in aktarmış olduğu görüşü Komintern’in hangi bağlamda ileri sürdüğünü belgelere dayalı olarak somutlama imkanlarımız maalesef ki yok. Sürecin devriminin sosyalist devrim olabilmesinin ve sosyalist devrimi gerçekleştirebilmenin bir ön koşulu olarak ileri sürülmüş ise, peşinen belirtebiliriz ki Komintern’in bu koşulu Leninist devrim teorisine aykırı, isabetsiz bir belirlemedir. Düşüncemize göre böylesi bir koşul olsa olsa ancak ki sosyalizmin inşasının nispeten daha kolay olmasına imkân sunan koşulların neler olabileceği tartışmasının bir unsuru olabilir.
Evet, hiç kuşku yok ki diğer başlıca koşulların varlığı halinde sosyalizmin inşası, burjuva demokrasisinin köklü bir geleneğe sahip olduğu ve keza sanayisinin ileri derecelerde gelişkin olduğu ülkelerde çok daha kolay ve hızlı bir tempoda mümkün olabilecektir. Marksizm teorisinin ustaları bunu çok açık ve anlaşılır bir şekilde dillendirirler de. Ve ama açıktır ki bunlar bir ve ayna şeyler değildir.
Ve keza geçmeden belirtmek gerekir ki H. Yeşil bu sorunu her ne kadar da ‘burjuva demokratik devriminin çözülmemiş görevleri’ kapsamında ele almışsa da; Türkiye veya bir başka kapitalist ülke özgülünde o ülkenin ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sisteme sahip’ olmaması ‘çözümlemiş bir demokratik devrim’ sorununun veya bu anlama gelme koşuluyla bir orta çağ kalıntısının veya ‘yarı-feodal’ bir özelliğin varlığının göstergesi ve kanıtı olamaz her haldeki. Çünkü demokratik devrim, gerçekleştiği an itibariyle ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sistem’i hemen hazır bir olgu olarak sunuyor/var ediyor olamaz. Hiçbir devrimin de böylesi bir sihirli gücü olamaz. Çünkü anılan sistem her haldeki ancak ki oldukça uzunca bir süreç içerisinde böylesi bir ‘olgun’luk dercesine ulaşabilir.
Dolayısıyla da demokratik devrim sorununu böylesi afaki bir koşul üzerinden tartışıyor olmak abestir. Demokratik devrim üst yapısal boyutta ancak ki feodal veya kapitalist öncesi diğer orta çağ sistemlerinin siyasi iktidarlarını tasfiye etme ve bunlar yerine demokratik bir cumhuriyet rejimini kurma tarihi göreviyle yükümlüdür. Bu koşul, bu boyutuyla esasen yerine getirilmiş ise, üst yapısal alanda burjuva demokratik devrim görevini yerine getirmiş ve esasen de tarihi misyonu bakımından tamamlanmış olur. Burjuva demokrasinin geliştirilip güçlendirilmesi, yetkinleştirilip oturtulması bu aşama itibariyle artık bir devrimsel sorun değil, iç reformsal sorun karakteri kazanır. Keza burjuva demokrasinin gerek faşizm ve gerekse baskıcı-gerici biçimler alması sorunu da, daha önce değindiğimiz gibi, sistemi kapitalizm öncesi döneme geri çevirip, toplumun önüne tekrardan bir demokratik devrim görevi koymaz. Orada toplumun önünde ve keza burjuvazinin farklı kliklerinin gündeminde artık bir demokratik devrim sorunu değil, bir demokrasi sorunu yeralır. Bu koşullarda burjuvazi için demokrasi sorunu esasen konjonktürel güç dengeleri zemininde reformsal karakterli (veya hükümet darbeleri tarzında) çözümlerini bulması pekâlâ mümkündür. Nitekim, yığınca örneği özgülünde, aynen de böyle olabilmiştir.
Bu koşullarda toplum ve proletarya açısından ise demokrasi sorunu, siyasal özgürlükler genel sorunun bir başka unsuru olarak, esasen, bir sosyalist demokrasi talebi sorunu karakteri kazanmış olur ve de doğallıyla sosyalist devrimin güçlü dinamiklerinden biri halini alır.
Dolayısıyla da burada demokratik devrim mi, sosyalist devrim mi sorusuna Türkiye somutunda siyasal sistem sorununu H. Yeşil’in öngördüğü ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sistem’in varlığı yokluğu üzerinden yanıt aranamayacağı açıktır.
Bundan ötürü burada Türkiye somutunda sorgulanması gereken esas şey, burjuva demokratik devriminin orta çağa ait siyasal sistemi tasfiye edip yerine burjuvazinin gereksinimini duyduğu cumhuriyet sistemini kurma şeklindeki tarihi görevinin yerine getirip getirilmediği; çözülemeyip de bugün aktarılan devrimsel bir boyutunun bulunup bulunmadığıdır.
Evet düşüncemize göre sorun Türkiye özgülünde ancak ki böyle konması halinde doğru ve isabetli olabilir. Sorun bu zeminde ele alınıp sorgulandığında da görülecektir ki burjuvazi önce 19. Yüzyıl ortaları itibariyle feodal siyasal sistemi burjuvazi lehine dönüştürmeyi, en azından iktidara ortak olmayı hedeflemiştir. Tarihe 1. Meşrutiyet olarak geçen reformsal hamle ve keza ardından gelen 1908
devrimi esasen üst yapısal bir devrim olup, feodallerin iktidarı burjuvaziyle paylaşması sonucunu doğurmuştur. Burjuvazi açısından yarım kalan bu hamle, Kemalistler tarafından, 1923’te Cumhuriyetin resmen ve fiilen ilanıyla tamamlanmış olacaktır. Cumhuriyetin ilanı iktidarın esasen burjuvazisinin eline geçmiş olduğunun da ilanıdır. Ve fakat elbette ki iktidarın tek sahibi de değildir. Ancak bu kez iktidarını feodallerle paylaşmak durumunda olan hâkim unsur burjuvazidir. Burjuvazinin iktidarını feodallerle paylaşması bir keyfiyet tercihi değil, bir zorunluluk durumudur. İktisadi zorunluluk!
İktidarın bu ortaklık durumu, feodalizmin çözülmesine, dolayısıyla da güç yitimine uğramasına koşut olarak, sürekli bir şekilde burjuvazi lehine dönüşüm geçirmiş olup; 2. Dünya Savaşı sonrası süreç itibariylede, denilebilir ki, ortaklık durumu artık esasen bu özelliğini yitirmiş ve burjuvazi siyasal iktidarın tek söz sahibi olma durumuna evrilmiştir.
İşte bu dönüşümün esasen tamamlanmış olması itibariyle, Türkiye’de siyasal sistem açısından tarihi bir burjuva demokratik devrim görevi de kalmamış olur. Çünkü burjuva demokratik devriminin nihai olarak vaat edebileceği siyasal sistem cumhuriyet rejimidir. Ve bu cumhuriyet faşist diktatörlük, oligarşik diktatörlük vb. biçimlere bürünmüş olsa da, olgusal bir gerçek olarak mevcuttur artık.
Bunun ötesindeki, sırf siyasal sistem boyutuyla cumhuriyet v e demokrasi talebi ise ancak ki yeni demokrasinin, halk demokrasinin veya devrimci işçi-köylü demokrasisinin veya sosyalist cumhuriyet ve sosyalist demokrasisinin konusunu olabilir.
Bilindiği ve genel kabul gördüğü üzere emperyalizm ve proleter devrimleri çağı itibariyle yeni cumhuriyet-/halk cumhuriyeti veya devrimci işçi-köylü cumhuriyetleri özleri itibariyle, birer alt evreler olarak, proletarya devriminin ve demokrasisinin birer unsurlarıdırlar. Dolayısıyla da her ne kadar da sorun genel çerçevede demokratik devrim sorunu kapsamlı olsa da, ancak özellikle de ‘siyasal sistem’ olgusunun arzettiği gerçeklik itibariyle burjuva demokrasisi kapsamından çıkmış olduğundan, sorunun artık o eski argümanlar üzerinden ele alınamayacağı da anlaşılır olsa gerek. Dolayısıyla da buradaki demokrasi sorun ve talebi, klasik burjuva demokratik devriminin talep ettiği ‘demokratik cumhuriyet’ değildir. Ya doğrudan sosyalist demokrasi, veya, var ise diğer bir takım yapısal sorunların zorunlu olarak koşullayacağı, daha alt biçimlerinden biri olacaktır.
Türkiye özgülünde feodal kalıntıların/orta çağ artığı olguların varlık ve ağırlıkları boyutuyla sorgulanması gereken diğer belirleyici iki sahaysa iktisadi ve siyasi-sosyal-kültürel sahadır. En azından son iki on yıllık önem itibariyle ele alınması halinde iktisadi sahada feodal kalıntıların önem arzedecek herhangi bir varlığının söz konusu olmadığı, iktisadi yapının artık tamamen kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyeti altına girdiği ve bu anlamayla da iktisadi sahada burjuva demokratik devrimi gereksiniminin nesnel koşullarının kalmadığı somut-nesnel verilere dayalı olgularca açık ve nettir. Hal böyle olunca da, hiçbir kıvırtmacaya kaçmadan, "Türkiye özgülünde iktisadi saha da klasik anlamda burjuva demokratik devrimi esasen tamamlanmıştır" demek, bilimsel bir gerekliliktir. Yani özetle, gelinen aşamada demokratik devrimin iktisadi saha da çözmesi gereken hiçbir esaslı ‘tarihi görevi’ kalmamıştır.
Bu aşama itibariyle sorun, ancak ki yeni demokrasi veya devrimci işçi-köylü iktidarı kapsamına girecek boyutlarının olup olmadığı yönüyle tartışma konusu olabilir. Bu da gerek NEP tecrübelerinin, gerek Mao Zedung’un ve gerekse Komintern’in önemli vurgularda bulundukları verili anda ülke sanayisinin ‘sosyalizmin bağımsız inşası’ na imkân tanıyacak ölçüde bir gelişmişlik ölçüsüne veya varlığına sahip olup olmadığıdır. Bu kıstas dışında iktisadi sahada sosyalizme geçişin koşullarını hazırlamak anlamında bir yeni demokrasi veya devrimci işçi-köylü iktidarı vb. şeklindeki bir alt evreye, bir geçiş evresi’ne de gereksinim olmayacaktır.
Türkiye özgülünde sorunu bu yönüyle sorguladığımızda da; verilerin böylesi bir geçiş evresi gereksinimi zorunluluğunu getirmediğini, sanayinin gelişmişlik derecesinin, yani sosyalist iktisadın inşasını gereksinim duyacağı zorunlu alt yapısal koşulların mevcut olduğunu ortaya koyduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür.
Bu bağlamda H. Yeşil’in iktisadi sahada bir geçiş evresine gereksinim duyulacağının göstergeleri olarak ileri sürdüğü 2. Ve 3. Maddelerde dile getirilen bu her iki gerekçenin de kendi başlarına bir geçiş evresinin yaşanmasının yeterli gerekçeleri olamayacağı her haldeki anlaşılır olsa gerek. Bu türden sorunlar, özgün politikalarla, pekâlâ proletarya diktatörlüğü altında çözülebilecek, üstesinden gelinebilecek sorunlardır.
“NÜFUSUN %35’İNİ OLUŞTURAN KÜÇÜK BURJUVAZİYLE İTTİFAK YAPILMADAN DEVRİMİN GERÇEKLEŞTİRİLEMEYECEĞİ” SORUNU:
H. Yeşil 3. Madde’de nüfusun %35’in küçük burjuvazinin oluşturduğu, bu kesimle ittifak yapılmadan devrimin gerçekleştirilemeyeceğini ileri sürüyor. Ve küçük burjuvazinin taleplerinin sosyalizmin değil, demokratik devrimin kapsamında olduğunu söylüyor ve de buradan hareketle bunu devrimimizin neden sosyalist değil de demokratik devrim (daha doğrusu aslında bir geçiş evresi) olması gerektiğinin ‘nesnel gerekçe’lerinden bir diğeri olarak ileri sürüyor.
Burada öncelikle nüfusun %35’i gibi oldukça büyük bir oranı oluşturduğu ifade edilen ‘küçük burjuva kesim’in aynı sosyo-iktisadi standartlara sahip yekpare bir toplumsal kesimmiş gibi (ki bu orana K. Kürdistan’ın da dahil edilmektedir) sunulmasının temel bir yanlış olduğunun altını kalınca çizmek gerekiyor. Çünkü nüfusun %35’inin oluşturduğu söylenen bu ‘küçük burjuva kesim’ farklı sosyo-iktisadi standartlara sahip birçok farklı katmanlardan oluşur. Ve olgusal bir gerçektir ki bu toplumsal kesimin içinde en büyük bölüğü de ‘yoksul emekçiler’ diyebileceğimiz tabaka oluşturur. Kapitalizm koşullarında ve hele de devrimci kriz dönemlerinde küçük burjuvazinin bu yoksul emekçiler kesiminin, devrimin ilerleyen yükselişiyle birlikte proletaryanın bayrağı altında toplanacağını Marksizm teorisi de sınıf mücadeleleri pratiği de öngörülüyorken; H. Yeşil’in bu yaklaşımının sırf savunu amaçlı işi yokuşa sürmede yapay gerekçeler oluşturma özelliği taşıdığı açıktır.
Ve keza sosyalist devrimde küçük burjuvazisinin, orta köylülük de dahil, orta ve üst kesimini oluşturan bölüğüyle bir ittifak oluşturma zorunluluğundan ziyade, Lenin bu kesimin tarafsızlaştırılması siyasetini öne çıkarır. Bunlar ise öncesi sürecin değil, ancak ki devrimin fiili sürecinin yarattığı koşullarda ele alınabilecek sorunlar olurlar. Sınıflar ve toplumsal kesimlerin verili süreçteki davranış ve tutumlarını öznel istekleri değil, somut güç dengeleri ve ortamın genel koşulları belirliyor olacağından, H. Yeşil’in bu soyut gerekçesinin isabetli olmadığını, bariz bir zorlama olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
2-3) “KÖYLÜLÜĞÜN DEVRİMCİ POTANSİYELİ” SORUNU:
Keza aynı konu kapsamında sorun 4. Madde’de (yine Türkiye-K. Kürdistanı toplamı üzerinden yapılan ‘ortalamacı’ bir oranlamayla) bu kez de nüfusun yaklaşık olarak %30’unu oluşturduğu ifade edilen köylülüğün devrimci potansiyelini tüketip tüketmediği üzerinden sorgulanıyor. Ve H. Yeşil: “(ben bu soruya Kuzey Kürdistan-Türkiye’de köylülüğün devrimci potansiyeli tükenmemiştir cevabı veriyorum)” diyerek, bunu da sürecin devrimin neden sosyalist değil de demokratik devrim olması gerektiğinin bir diğer ‘haklı gerekçesi’ olarak ileri sürüyor.
Her şeyden önce bu özgülde şunu belirtmek gerekiyor ki; farklı sosyo-ekonomik yapıların köylülüğünü böyle ‘ortalamacı’ soyut bir köylülük olarak ele almak, esaslı bir yanlışı oluşturur.
Ve keza kendi iç tartışmalarının tarihi itibariyle (yani galiba 2009 yılları itibariyle) istatistik verilerin köylülüğün her iki ülke toplamındaki genel nüfusa oranının yaklaşık olarak %30’undan ziyade, %25’leri civarlarında gezindiğine işaret eder. Ve bu oran giderek de daha aşağılara doğru düşme eğilimi içindedir.
Öte yandan H. Yeşil’in bu %30’luk köylülüğü parantez içinde “(ki nüfusun hâlâ yaklaşık olarak %30’u ‘köyde’ yaşamaktadır.)” şeklinde, üretimsel fonksiyonu üzerinden değil de yaşam alanı üzerinden açımlaması da bir başka olumsuzluktur, bir başka zorlama yapay gerekçelendirme gayretidir. Çünkü bugün özellikle Türkiye’de ‘köyde’ yaşayan ve ama fiilen ‘köylü üretici faaliyeti’ içinde olmayan azımsanmayacak bir üretim dışı/atıl kesim de söz konusudur. Böyleyken H. Yeşil’in hem de köylülüğün devrimci potansiyelinin sorgulandığı bir mecrada köylülüğü, ‘köyde yaşayan nüfus’ olarak ele alması doğru olmamıştır.
Bunlar aslında elbette ki sorunun teferruat kısmını oluşturuyor. Asıl mevzu, Türkiye ve Kuzey Kürdistan köylüsünün ‘devrimci potansiyel’inin sorgulanmasında ortaya konan yaklaşımdadır.
Yazar ‘Köylülüğün devrimci potansiyeli’ derken, kastettiğinin, ana ekseninde toprak sorunu bulunan demokratik devrim olduğu açıktır. Böyle olunca da H. Yeşil’in sorduğu soruya verdiği “(Ben bu soruya Kuzey Kürdistan – Türkiye’de köylülüğün devrimci potansiyeli tükenmemiştir cevabını veriyorum)’ şeklindeki yanıtı ciddi bir problem oluşturur. Çünkü köylülüğün burada sorgulanan ‘devrimci potansiyeli’ demokratik veya ulusal-demokratik devrime koşullu bir durumdur. Bunun içinde köylülüğün baş çelişmesinin feodalizmle, temel taleplerinin de toprak ve demokratik cumhuriyet olması gerekir. Veya bir ulusal çelişmenin gündemde olması gerekir. Hali hazırda bunların hiçbirinin Türkiye köylüsünün sorunu olmadığı açık. Çünkü artık esasen kapitalist üretim tarzının birer unsuru haline dönüşmüş olan Türkiye köylülüğü açısından onları devrimci kılacak olan iktisadi ve siyasi alandaki en temel iki sorun aşılmış durumdadır. Dolayısıyla da onların (demokratik devrim) devrimciliğini koşullayan alt ve üst yapısal baş çelişmeleri feodal sistem artık söz konusu değildir.Haliyle de Türkiye köylülüğü açısından bir demokratik devrim gereksinimi de olmayacaktır: bu bağlamda da Türkiye’de genel köylülük gerçekliğinin H. Yeşil’in yargısının aksi yönde bir tablo sergilemekte olduğu, olgusal bir gerçeklik olarak, rahatlıkla ifade edilebilir.
Ve ama demokratik devrim zemininde, Türkiye köylülüğün tümünün artık devrimci potansiyel taşımıyor olması demek, kapitalist üretim ilişkilerinin öne çıkarmış olduğu emek-sermaye baş çelişmesi zemininde köylülüğün özellikle de az topraklı, yoksul ve kır proletaryasını teşkil eden ezici çoğunluk kesiminin yeni bir devrimci potansiyel taşımadığı anlamına gelmez. Bu kesim elbette ki devrimci bir potansiyel taşımaktadır. Ama bu demokratik devrimin değil, sosyalist devrimin devrimci dinamiğidir artık. Zaten kapitalist üretim tarzı zemininde köylülüğün devrimci potansiyelini demokratik devrim üzerinden değil, sosyalist devrim üzerinden sorgulamak gerekir. Ve ama kapitalist üretim ilişkileri zemininde devrimci potansiyelin ancak ki kapitalist sistemle uzlaşmaz sınıf çelişkisi yaşayan ‘kır yoksulları’ kategorisine dahil olan kesimin taşıyor olacağını da asla unutmamak gerekiyor. Yani köylülük içinde sisteme karşı devrimci potansiyeli ancak ki topraksız, az topraklı yoksul emekçi, köylü kesimi ve kır proletaryası taşıyor olacaktır. (Elbette köylülüğün ‘orta köylülük’ addedilen kesiminin de kapitalist sistemle çelişmeleri vardır. Ancak genel karakterleri itibariyle bu çelişmeler ‘uzlaşmaz çelişmeler’ özelliğinde olmadığından, devrimci kriz dönemleri dışında bu kesimi, sisteme karşı devrimci bir konumlanış içine çekmek mümkün olmayacaktır: Kriz dönemlerinde ise bunları tarafsızlaştırarak devrime dolaylı bir şekilde katmak pekâlâ mümkün olabilecektir.) Hal böyle olunca da zaten köylülüğün tümünde devrimci potansiyelin olup olmayacağını sorgulamak saçma olacaktır. Proletarya sosyalist devrimde ancak ki köylülüğün tek devrimci kesimi olan ‘kır yoksulları’yla kuracağı ittifakla yürüyor olabilecektir. vs. vs.
H. Yeşil’in Türkiye ve Kuzey Kürdistan toplamı üzerinden %30 olarak ele aldğı ve ‘devrimci potansiyeli tükenmemiştir’ dediği, köylülüğün gerçek ‘gerçekliği’ böyleyken; yani bu %30’luk köylülüğün yarısına yakın bir kesiminin demokratik devrimin potansiyel gücü/taban kitlesi olmaktan çıktığı, baş çelişme ve temel taleplerinin farklılaştığı, köylülüğün bu kesiminin de kendi içinde ciddi sınıfsal ayrışmalara uğradığı bir realite içinde; H. Yeşil bu kesimi nasıl yapacakta demokratik devrimin gücü kılabilecektir acaba? Nüfusun %35’ini oluşturduğunu söylediği küçük burjuvaziyle ittifak yapmadan sosyalist devrimi gerçekleştirebilmenin mümkün olamayacağını haklı kaygısını taşıyan H. Yeşil ve benzeri yaklaşım sahiplerinin ‘demokratik devrim’ talebi kalmamış olan, toplam köylü kitlesinin yaklaşık olarak yarısını oluşturan, Türkiye köylüsünü demokratik devrime nasıl kazanabileceklerini ve katabileceklerinin de ‘haklı kaygısını’ taşımaları gerekmez mi acaba?
Türkiye’de nesnel zeminin artık kalmadığı açık ve anlaşılır bir şeklide ortadayken bazı kesimlerin bu nesnel gerçeklikle adeta inatlaşırcasına bir kör ısrarla hala da demokratik devrim demeye devam ediyor oluşları, aslında esaslı bir açmaza işaret ediyor. Çünkü bu kesimlerin elinde demokratik devrimi üzerine oturtabilecekleri temel argümanları Kuzey Kürdistan’ın arz ettiği pozisyon, faşizm, emperyalizm ve bunlara ek olarak bazılarının ileri sürdüğü ‘anti-tekel’cilikten ibarettir. Demokratik devrimi işte ancak ki bunlarla kurgulayabiliyorlar. Yani Türkiye açısından ‘feodal kalıntıların tasfiyesi’ argümanı daha bulunmamaktadır. Bu açığı (!) Kuzey Kürdistan gerçekliğiyle kapatmaya çalışıyorlar. Ama demokratik devrimi gerekli kılan temel unsurlar emperyalizm, faşizm ve iktidarın tekelci burjuvazisinin elinde olması olgularıdır. Yani bir bakıma ‘ben dedim, oldu’ durumu söz konusu.
Niye bu kinayeyi kullandık? Çünkü bilinir ki toplumlarda devrimler ancak ki o toplumun sosyo-iktisadi koşullarının ortaya çıkardığı dinamikler üzerinden gerçekleşebilme şansına sahip olabilirler. Peki böyleyken acaba Türkiye’de demokratik devrimi bir toplumsal gereklilik olarak var edebilecek ne tür sosyo-iktisadi dinamiklerden bahsedilebilir? Yani gerçekten de demokratik devrimi mümkün kılabilecek örneğin ne türden alt yapısal ve üst yapısal feodal ve orta çağ kalıntılarından bahsedilebilir.
Bu dinamikler yoksa şayet (olmadığını önceki bölümlerde teferruatlandırmıştık.), demektir ki o topraklarda demokratik devrim aşaması artık esasen geride kalmış bir evredir. Hâlâ çözülmemiş olarak belli oranlarda varlıklarını devam ettiren bir takım feodal/orta çağ kalıntıları elbette söz konusu olabilir. Ancak toplumun katettiği aşama itibariyle bunların varlık ve çapları kendi başlarına demokratik devrim için gerekli ve yeterli nesnel zemini sunma özelliği arzetmez. Bunların kökten tasfiyesi sorunu ya evrimsel gelişim içinde sönümlenme şeklinde olacaktır; ya da bunlar daha üst bir toplumsal devrim tarafından silinip atılmaları suretiyle gerçekleşecektir.
Bilinir bir durumdur ki; klasik argümanları boyutuyla demokratik devrim, sosyal tabanı itibariyle, bir bakıma bir ‘köylü devrimi’dir de. Peki Türkiye’de demokratik devrim, baş çelişmesi hâlâ feodalizmle olan hangi köylü kitlesine dayanabilecektir acaba? Türkiye’de var mı/kalmış mı böyle anti-feodal bir köylü devrimci dinamiği? Açıktır ki yok! Çünkü Türkiye köylüsünün baş çelişmesi artık feodalizmle değil, kapitalist sistemledir. Niye? Çünkü Türkiye köylüsü neredeyse yarım asra varan bir süreden beridir ki kapitalist üretim ilişkileri hakimiyeti altındadır. Haliyle de Türkiye köylüsünün kendisini feodal sömürü ve despotluğunun cenderesinden kurtaracak bir demokratik devrim talebi olmayacaktır, yoktur da.
Bunu, gerek bir kısım devrimci oluşumların özellikle Karadeniz ve Ege’nin bir kısım kırsal alanlarında demokratik devrim programı esası üzerinden geliştirmeye gayret gösterdikleri gerilla savaşının bu yöre köylüsünde kayda değer bir taban yaratamama, marjinal sınırları aşamama sosyal pratiğinden hareketle ve gerekse Türkiye kırsalı genelinde barışçıl-legal faaliyet yürüten yapıların sosyal pratiklerinden hareketle söylemekte pekâlâ mümkündür.
Bu çıkarsamayı özellikle de kitlelerin uğruna bedel ödemeye/ödetmeye değer buldukları ekonomik, sosyal, kültürel, çevresel, ekolojik ve siyasal sorunlarını nasıl bir gözü karalıkla sahiplendikleri ve harekete geçebildikleri gerçekliğiyle kıyaslayacak olursak, söylemeye çalıştığımızın özü daha rahat anlaşılır olabilecektir.
Fazla da uzatmadan toparlayacak olursak, her haldeki şunu söylemek yeterli gelecektir; Türkiye somutundaki çıplak gerçeklik böyleyken H. Yeşil ve tüm diğer demokratik devrim savunucularının Türkiye’de hangi köylülüğün demokratik devrim için hâlâ devrimci potansiyelini korumakta olduğunu nesnel verilerle ortaya koymak dışında, bu iddiaların savunma şansları bulunmamaktadır.
2-4) “KUZEY KÜRDİSTAN’DAKİ KÖYLÜ DİNAMİĞİNİN TÜRKİYE DEMOKRATİK DEVRİMİNİN SOSYAL TABINI SAYILMASI” SORUNU.
H. Yeşil’in ve yukarıda andığımız ‘bazı kesimler’in ‘Türkiye’de demokratik devrim’ savlarına baş dayanak yaptıkları bir diğer unsur da, H. Yeşil’in 5.Madde’de formüle ettiği; ‘Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi’nin ‘kitle tabanı’ olarak milyonlarca Kürt köylüsünü harekete geçirebilmiş olması şeklindeki görüştür. Yani denilmek isteniyor ki; Kürt köylüsü üzerinden de olsa, Türkiye demokratik devrimi ‘sosyal taban’ olarak güçlü bir devrimci köylü dinamiğine sahiptir. Bir başka ifadeyle söz konusu kesimlerce bu ‘olgu’, hem Türkiye demokratik devriminin nesnel zemininin ve hem de devrim dinamiğinin aslında sanılandan da güçlü olduğunun ‘çürütülmez sağlam kanıtı’ olarak sunuluyor.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki bugünün dünyasına devredilmiş ezen-ezilen ulus çelişmesinin bir ifadesi olarak ulusal kurtuluş mücadelesi ve hareketlerini, özgün ayrımlar yapmadan; eskinin kitlesel taban kıstası üzerinden tanımlamaya devam ederek, ulusal hareket ‘kitle tabanı açısından köylü hareketidir’ şeklinde genelleme bir kategorize edişle ele alıp nitelemek, her haldeki çok da yerli yerinde bir yaklaşım olmayacaktır. Günümüz Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi belki bir dereceye kadar hâlâ aynı kategoride değerlendirilirse de; ancak örneğin bir İrlanda, Bask, Katolanya, Korsika ve hatta bir bakıma Filistin vs. vb. gibi ulusal kurtuluş mücadelelerinin o eski dönemin tipik ‘köylü hareketi’ karakteri taşımadıkları açık olgusal bir realitedir. Çünkü anılan bu örneklerin hemen hemen hiçbirinde köylülük hem genel olarak nüfusun ve hem de buralar ulusal hareketlerinin sosyal tabanını oluşturabilecek baskın bir belirleyiciliğe sahip değildir. Hal böyle olunca da özellikle de politik sahada o eski ezberlerle/kalıplarla, klişe formüllerle bu türden soyut genellemelerde bulunmanın ağır sonuçlarının olacağı muhakkaktır.
Kaldı ki günümüz Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi açısından da tartışma götürür bir durumundur bu. Çünkü eriyen-eritilen, kente göçen, zorla göçertilen bir köylülük realitesi duruyor karşımızda. Ve nitekim bugünün koşullarında ulusal mücadelenin sosyal tabının baskın unsurunun, bir biçimde kent varoşlarına doldurulmuş olan, yoksul emekçi kesimlere kaymış olduğu, mücadelenin gerilla ayağının da, serhildanlarının da, örgütlü kadın gücünün de baskın-dinamik kitle tabanının artık bu kesimler olduğu ve artan oranlarla da bu kesimler olacağı yadsınamaz bir olgu değil midir?
Özetle şunu ifade edebiliriz ki; bu sorunda H. Yeşil kadar rahat hüküm verebilecek durumda değiliz. Evet, elbette Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi açısından köylülük bugün hâlâ çok çok önemli bir devrimci dinamik olarak rol oynamaya devam ediyor. Ancak ‘sosyal taban’ olarak hareketi karakterize edebilme kabiliyetini koruyamadığı, bu tabanın kent varoşlarına doldurulmuş olan yakın dönem köylülüğü ve ama bugünün kent yoksullarına kaymış olduğunun tespit edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
2-5) “KÜRT ULUSAL HAREKETİNİN ‘EMEKÇİ HAREKETİ’ ADDEDİLMESİ” SORUNU:
Bunu böylece belirttikten sonra, H. Yeşil’in şu belirlemesine de kısaca değinip, asıl mevzuya öyle geçelim.
Bir sosyal-siyasal hareketin sınıfsal karakterini o hareket önderliğinin güttüğü siyasetin ve öngörülen programın hangi sınıfın çıkarlarına hizmet etmekte olduğu (hizmet edeceği) kıstası üzerinden değil de; o hareketin fiiliyatta dayandığı kitle tabanının sınıfsal niteliği üzerinden belirlemenin fevkâlâde yanlış ve yanılgılı bir yaklaşım olacağını düşünüyoruz.
Bu düşünceden hareketle biz bugünün Kürt ulusal mücadelesini bu mücadelenin önderliğini yapmakta olan PKK’nin güttüğü siyaset ve sahip olduğu çözüm perspektifi açısından bir ‘emekçi hareketi’ bileşeni olmadığını, ama asgari programının ihtiva ettiği ve kapsamını da esasen ulusal sorunun ezen-ezilen ulus demokrasi talebi üzerinden ‘Emekçi Hareketi’nin müttefikleri arasında da yeri olan bir ‘milli burjuva hareketi’ karakteri taşıdığı açıktır. Dolayısıyla, genel dünya görüşü, siyasal programı ve çözüm perspektifi itibariyle ‘Emekçi Hareketi’yle organik bağı bulunmayan, ve ama sürecin koşulları içinde ‘emekçi hareketi ile ancak ki ‘dost müttefik güç olarak irtibatlanabilen bir hareketi, sırf dayandığı kitle tabanından hareketle onu ‘Emekçi Hareketi’nin bir bileşeniymiş gibi sunmanın doğru olmayacağının, H. Yeşil’in dile getirmiş olduğu yaklaşımın yanlış ve yanılgılı olduğunun altını çizme gereği vardır.
Ve kaldı ki söz konusu kitle tabanının objektif olarak Kürt ulusal hareketi önderliğinin öngörmüş olduğu ‘Demokratik Cumhuriyetle Birlik Projesi’nin bırakın emekçilerin çıkarlarını temsil etmesini, Kürt milli burjuvazisinin bile çıkarlarını temsil etmekten yan çizen, ezen/egemen ulus burjuvazisinin devletsel imtiyazlarının olduğu gibi korunmasını güvenceleyen işbirlikçi liberal burjuvazinin çıkarlarını önceleyen bir proje olduğu, tartışma götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla da söz konusu bu ‘sosyal taban’ dayanağı fikri, bir hareketin sınıfsal karakterini tek başına ve esastan belirleyebilme kabiliyeti gösterebileceğinin her haldeki çarpıcı bir başka örneği olacaktır.
Evet, tabii ki bu ‘sosyal taban’ı, emekçi sınıflardan oluşan bir kitle olduğundan, sınıfsal mücadelede objektif olarak esasen devrimci-sosyalist/komünist hareketlerin sosyal tabanıdır. Fakat ne var ki bu objektif durumu onu burjuva devrimci ve burjuva reformist, hatta basbayağısından dinci-gerici ve faşist hareket ve akımların etkisi altına girmesinin, onların çıkarlarına hizmet etme temelinde rol oynamasının, yani bir diğer ifadeyle verili anda onların kitle tabanı olmasının önünde kendiliğinden bir bariyer oluşturmuyor.
Burada karşımıza devrimci ve komünistlerin kendi öz sosyal dayanağı olan bu emekçi kitleleri ne oranda sahiplenebildikleri ve onları ne oranda örgütleyerek koruyabildikleri sorunu çıkar. Ve keza verili anda sınıfsal çıkarlarına ters bir konumlanış içerisinde olsalar da, ancak sosyal yaşam koşulları illa ki onları tekrardan kazanma imkânı sunuyor olacağından, uygun yol ve yöntemlerle bunu başarmak mümkündür de.
Bunu da böylece vurguladıktan sonra artık asıl mevzuya geçebiliriz.Konu girişinde şöylesi bir belirlemede bulunmuştuk: “H. Yeşil’in ve yukarıda andımız ‘bazı kesimler’in ‘Türkiye’de demokratik devrim’ savlarına baş dayanak yaptıkları bir diğer unsur da, H. Yeşil’in 5. Madde’de formüle ettiği ‘Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi’nin ‘kitle tabanı’ olarak milyonlarca Kürt köylüsünü harekete geçirebilmiş olması şeklindeki görüştür. Yani denilmek isteniyor ki Kürt köylüsü üzerinden de olsa, ‘Türkiye demokratik devrimi’, ‘sosyal taban’ bileşeni olarak, güçlü bir devrimci köylü dinamiğine sahiptir. Bir diğer ifadeyle söz konusu kesimlerce bu ‘olgu’ hem ‘Türkiye demokratik devriminin somut nesnel zemininin ve hem de devrimci dinamiğinin aslında sanılandan da güçlü olduğunun ‘çürütülemez kanıt’ olarak sunuluyor.”
Görüşümüzce bu yaklaşım birçok yönüyle sorgulanmaya muhtaç bir yaklaşımdır. Çünkü her ne kadar tipik bir burjuva demokratik devrim sorunu olan bu ‘ezen-ezilen ulus çelişmesi’, her iki ülkenin de başlıca çelişmeleri arasında yer alıyorsa da; ancak görmek gerekiyor ki ülkelerin farklı sosyo-iktisadi koşulları bu ‘ortak’ çelişmenin ele alınışını, kapsamını ve çözüm önceliği ve tarzını her iki ülke açısından aynı kılmaya şans tanımıyor. Aksine, belirgin baskın özelliklerle, farklılık arzediyor. İşte öncelikle sorunun bu nesnel özgül özelliğinin görülmesi gerekiyor.
Bilinir ve genel kabul görür ki burjuva demokratik devrimi kapsamında olup da çözülmemiş bir ‘kalıntı’ olarak günümüze aktarılmış olan sorunların varlığı toplumun önüne her özgülde ve her halükârda bir demokratik devrim gerekliliğini ‘zorunlu şart’ olarak getirmez. Çünkü bu tamamen verili andaki genel sosyo-iktisadi yapının arzettiği gerçeklikle koşullu bir durumdur. Tek tek prekapitalist kalıntıların varlığına karşın, şayet ülke iktisadi yapısı kapitalist dönüşümünü esasen tamamlamış ve keza ülke siyasi sistemi (yani devlet yapılanması) burjuvazinin hakimiyet aracına dönüşümünü tamamlamışsa, orda toplum açısından burjuva demokratik devrim süreci esasen kapanmış olur. Çözülmeden kalmış tek tek feodal/orta çağ kalıntıları sorunu, yeni sürece birer ‘iç sorunlar’ olarak eklenir ve çözümleri de yeni sürecin dinamiklerine devredilmiş olur.
Cılız bir şekilde de olsa itirazlarına devam edecekler ille ki olacaktır elbet; ancak bu, genel kabul gören olgusal gerçekliği çok da fazla ırgalamayacaktır. Türkiye’de alt yapısal olarak da, üst yapısal olarak da burjuva demokratik devrim sorununu toplumsal bir gereklilik olmaktan çıkaran dönüşümler esasen tamamlanmış olup; arta kalan kimi feodal kalıntılar ise, daha önce de ifade ettiğimiz tarzda, yeni sürecin birer ‘iç sorunu’ olarak ona eklemlenmiş olur. Gerek ezen-ezilen ulus çelişmesi, ve gerekse H. Yeşil’in 6.Madde’de ‘üst yapı’ unsurları arasında üst başlık altında kültür, siyaset, bilinç, devlet yapılanması gibi sahalarda saymış olduğu, ve ‘ben Kuzey Kürdistan-Türkiye’de üst yapıda feodal artıkların, yaklaşımların önemli bir etkinliğe sahip olduğunu düşünüyorum’ deyip sıraladığı:
1-)“Türkiye’de devlet memuru kendini devletin sahibi, cahil halkın amiri olarak görür ve toplumun genelinde de bu böyle kabul görür.” (Diyerek, devletin ceberut yapısına ve vatandaşın devlet karşısında özgür bireyler kültürü edinememiş olmasına işaret eder bu ifadeleriyle. Yani galiba. BN.)
2-)“Erkek egemenliği çok önemli ölçüde feodal dönemin izlerini taşır.”
3-)“Geriye dönük dinci yaklaşımlar toplum içinde yaygındır. Dini cemaat örgütlenmeleri ve mezhepsel örgütlenmeler bugün Türkiye’de en yaygın örgütlenmelerdir.” Ve
4-)“Din-devlet işleri zaten hiçbir dönemde birbirinden ayrılmamıştır.” Türünden tüm bu sorunların varlığı Türkiye toplumunun gündeminde bir demokratik devrim gereksinimi olarak karşılığını bulmaz, bulamaz. Ezen-ezilen ulus çelişmesi de dahil tüm bu sorunların (ve belki daha fazlası da) her birinin burjuva demokrasisi koşullarında şu veya bu oranlarda kısmi çözümlerini bularak toplumun gündeminden ya tamamen düşme veya önemsizleşerek geri planlara itilme özelliği taşıyan sorunlar olduğu göz önünde bulundurulacak olursa; bunların neden yeni toplumsal sistemde burjuva demokratik devrimi gereksinimini var edebilecek devrimci dinamikler olma özellikleri taşıyamayacakları daha kolay anlaşılır olacaktır.
Özetle, ezen-ezilen ulus çelişmesi, Türkiye’nin burjuva demokratik devriminin diğer temel koşullayanlarının aşılmış olması sebebiyle, diğer bir kısım feodal/orta çağ kalıntılarıyla birlikte de olsa artık bir demokratik devrim sorunu olmaktan çıkmış; bir demokrasi, bir genel siyasal özgürlükler sorunu olarak kapitalist sisteme eklemlenmiş bir çelişme karakteri kazanmıştır. Tıpkı İrlanda sorunun İngiltere’de bir demokratik devrimi koşullayamaması gibi bir özelliktir bu. Radikal – köklü çözümünü değilse de, kısmi çözümünü pekâlâ bulabilir. Ama çözülmeyip de başlıca çelişmeler arasında varlığını koruduğu sürece de demokrasinin (ya da genel siyasal özgürlüklerin) tüm diğer irili ufaklı sorunları gibi, bu sorunun çözümü de sürecin baş çelişmesinin çözümüne bağlanmış olarak, sosyalist devrimin asgari programı kapsamında pekâlâ mümkün olabilecektir, olur da. Bu bağlamda Türkiye açısından ezen-ezilen ulus çelişmesinin ezilen ulus tarafından arzettiği devrimci dinamik hem sosyalist devrimin devrimci dinamiğinin bir bileşenidir ve hem de Kuzey Kürdistan’da baş çelişme olma özelliğini koruduğu sürece ulusal – demokratik devrim şeklindeki veya baş çelişme değil de başlıca çelişmelerden biri olarak demokratik halk devriminin önemli bir dinamiği veya ilerleyen süreçteki gelişmelerin öne çıkaracağı sosyalist devrimin bir demokrasi dinamiği olarak birleşik devrim stratejisinin bir bileşenidir. Tabii burada her haldeki birleşik devrim stratejisinin ancak ki Kürdistan’ın ayrı bir devlet olarak ortaya çıkmadığı koşullarda söz konusu olabileceğini belirtmeye bile gerek yok.
Toparlayacak olursak, varılacak sonuç bizim açımızdan şu olacaktır: H. Yeşil tarafından dile getirilen söz konusu 7 Madde de ileri sürülenlerin hiç birisinin Türkiye somutundaki devrimin demokratik devrim olması gerektiğinin ve sosyalist devrimin hazırlık aşaması olarak bir halk iktidarı veya devrimci işçi-köylü iktidarı türünden zorunlu bir geçiş evresi gereksiniminin varlık gerekçesi olma özelliği taşımadığı, H. Yeşil’in burada teoriyi haddinden fazla zorladığı rahatlıkla söylenebilir.
3-) “KUZEY KÜRDİSTAN DEVRİMİNİN NİTELİĞİ” SORUNU:
Olgular, farklı sosyo-ekonomik yapı özelliklerine sahip Türkiye ve Kuzey Kürdistan ülkeleri devriminin farklı aşamalara sahip olduğuna; Türkiye açısından demokratik devrim ve bir geçiş aşaması gereksiniminin bulunmadığına, gündemde olanın artık doğrunda sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğü olduğuna, maddi koşulların buna imkan tanıdığına işaret ediyorken; Kuzey Kürdistan açısından ise gündemde olanının sosyalist değil, yeni demokratik devrim tarzı bir devrim ve geçiş aşamasının yaşanması gerektiğine işarete diyor. K. Kürdistan'da halihazır da baş çelişme ezen-ezilen ulus çelişmesi olduğundan, gündemdeki devrim de (ciddi feodal kalıntılar mevcudiyetinin de bir gereği olaraktan), zorunlu olarak, ulusal demokratik devrim karakteri taşıyacaktır.
Mevcut gerçeklik içinde ulusal çelişmenin çözümü önceliği üzerinden yürütülen mücadele hem komünistler önderliğinde olmayıp, burjuva-milliyetçi kesimler önderliğinde olduğundan hem de mücadeleyi UKKTH’nı hedefleyen devrimci rotasından çıkarılıp, ezen/egemen ulus imtiyazlarını olduğu gibi koruyan sömürgeci sistem içi alt düzeyli kısmi bazı talepler üzerinden uzlaşmaya varma rotasına oturtulmuş olduğundan, hem ulusal çelişme köklü tam çözümün bulamış olacak ve hem de söz konusu burjuva önderliğinin, tıpkı ‘Kurtuluş Savaşı’ sürecindeki Kemalist hareket gibi, zaten toprak üzerindeki feodal özel mülkiyetin tasfiyesi asgari programına sahip olmamasından ötürü (ki, girdiği rota itibariyle bundan tamamen uzaklaşacaktır da) demokratik devrim asgari hedefleri itibariyle dahi tamamlanmış olmayacaktır. Dolayısıyla da bu esaslı görevin yerine getirilmesi tarihi sorumluluğu bugünde Kuzey Kürdistanlı komünistlerin omuzlarında olmaya devam ediyor olacaktır.
Tabii hem hali hazırda sürmekte olan ulusal mücadeleyle sağlanacak kısmi çözümün sunacağı imkanlar ve yaratacağı sonuçlar ve hem de ivme kazandırılmak istenen kapitalistleşme hamlelerinin yakın ve orta vade de iktisadi ve sosyal yapıda ne tür değişim-dönüşümlere yol açacağı yakinen takip altında tutulması gereken bir durumdur. Ancak bu olasılıklar bugünün devrimin hâlâ ulusal demokratik devrim olduğunun tespit edilmesinin önünde bir engel olamaz, olmamalıdır da. Hani diyoruz ya; ‘Somut koşulların somut tahlili’ne göre belirleyeceğiz verili anın görev ve sorumluluklarını; süreci bu tahlilden hareketle tanımlayacağız.
Ve böylece bu konuyu noktalayıp, gündemin ikinci konusu olan devrim stratejisi konusuna geçebiliriz.
Devam edecek...
https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/devrimimizin-niteligi-ve-stratejisi-uzerine-1
https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/devrimimizin-niteligi-ve-stratejisi-uzerine-2
Halil Gündoğan
Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.
Son Haberler
Sayfalar
Somut Duruma Dair Bazı Gerçekler
Gerek uluslararası planda ve gerekse yaşadığımız coğrafyada devrimci ve komünist hareket emperyalizm ve dünya gericiliğine karşı mücadelede geniş emekçi yığınların desteğine sahip değildir. Yine kendiliğinden gelişen kitle hareketlerini örgütlemede ve uluslararası dayanışmayı geliştirip büyütmede de yetersizdir.
NATO, SAVAŞ KIŞKIRTICISI BİR ODAKTIR; DERHAL DAĞITILMALIDIR!
Başını ABD’nin çektiği, emperyalist bir saldırganlık paktı olarak kurulan ve icraatlarıyla bunun gereğince davranan NATO’nun 75. Kuruluş yıl dönümü vesilesiyle gerçekleştirilen zirvede, ABD Başkanı Biden, NATO’nun: “Saldırganlığa ve saldırganlık korkusuna karşı bir kalkan yaratma umuduyla kurulduğunu” söylüyorsa da ama tarihsel gerçekler bunun külliyen kaba bir yalandan ve de arsızca bir manipüle edişten ibaret olduğunu kolayca gözler önüne serer.
Bozkurt’un anlamı (Nubar Ozanyan)
Yoksullar ve ötekiler için her yer ölüm kokan mayın tarlasına döndü. Türk olmayanların, -ötekilerin- Türkiye’de soluk alması ve yaşaması zulme dönüştü. Öteki olarak yaşamak, çalışmak, kendi ana dilinde Kürtçe, Arapça konuşmak, şarkı söylemek, yasak ve suç olan bir ülkede demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından bahsedilebilir mi?
Seçimler ve siyasi parti konusunda proletaryalarla sohbet
İstanbul'u kazanan türkiye'yi kazanır.
Nedir bu tayyip'in sözleriyle vücut bulan yaklaşım.
Bir hayel mi yoksa bir gerçeklik mi?
Veyahut da burjuvaların içerisinde bir insanın söyledikleri hala dört nala giden atlarıyla şehirlerin surlarını yıkabileceğini düşünen bizim insanların söylediklerinden daha gerçekçi sözler mi?
Gerçekten noelibarel politikaların en yoğun olarak hissedildiği şehirleri kazanmak türkiye'yi kazanmak mı demek?
Peki bunu böyle kabul etmek kolay mı?
DEVRİMCİ SİYASAL MÜCADELEYİ ANIN SOMUT GÜNCEL TOPLUMSAL SORUNLARI ÜZERİNDEN ÖRGÜTLEMEK.
Temel hedefleri, mevcut kurulu düzeni devrimci bir kitlesel kalkışmayla tasfiye edip, yerine sosyalist bir sistem kurmak olan devrimci sol-sosyalist ve komünist güç ve yapıların, devrimi gerçekleştirebilmeleri esasen, devrim öncesi süreci, devrimi örgütleyebilme hedefiyle ele almalarına ve bundaki performans ve başarılarına bağlıdır.
ADİL OLAMASINI BECEREMEYECEKSEK; BU SİSTEMİ YIKMAYA NE GEREK VAR Kİ?
Bugün, Devletin “üst aklı” denilen birimlerince organize edilip, şeriat özlemcisi dinci yobaz karanlık güçlerce gerçekleştirilen Sivas-Madımak vahşetinin 31. Yıl dönümü. Tam iki gün sonra da yine devletin aynı karanlık derin güçlerinin bir şekilde yönlendirdiği besbelli olan bir başka vahşetin, Erzincan-Başbağlar katliamının 31. Yıl dönümü.
BUGÜN ARTIK ÇOK DAHA AÇIK BİR HÂL ALAN ŞERİAT TEHDİDİNE KARŞI LAİKLİĞİ SAVUNMAK, SÜRECİN ÖNE ÇIKAN ACİL VE ÖNEMLİ GÖREVLERİNDENDİR.
Kendisini “Anayasal Hukuk Devleti” olarak tanımlayan bir devlet düşünün ki Anayasasında hâlâ; “Türkiye Cumhuriyeti, (…), demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” İlkesi yürürlükteyken; bu ülkede şeriat propagandası yapmak serbest olsun ve ama dayanağını mevcut Anayasa ve yasalardan alan, şeriata karşı çıkmak ve de laikliği savunmak suç olsun!
Oy Zemano (Nubar Ozanyan)
Her yönüyle çürümüş sistemin katilleri, Kürdistan topraklarını yakmaya devam ediyor. Amed ve Merdin’de hem insanları hem de buğday ve mısırları yaktı. Evlat kokan Kürdistan toprakları şimdi duman kokuyor. Ateş ve dumanla yazılı TC’nin yüz yıllık tarihi “yakma ve yıkma”nın tarihidir. Bilmeyenler bilsin, duymayanlar duysun. Dün Ermeni kadın ve çocukları kiliselerde, Alevileri inanç ve ibadet mekanlarında, Kürtleri mağaralarda, köylerde yakanlar bugün yine Kürdü kadim topraklarında yakıyor.
CHP’NİN “Türkiye yüzyılı maarif modeli ”Ve kürtlerin iradesinin gaspı karşısında laisizm ve hukuk sınavı.
İslamo-faşist Erdoğan diktatörlüğünün, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile yapmaya çalıştığının, tam olarak,eğitim ve öğretim sistemininSunni İslamcı dini esasları üzerine oturtulması olduğu, daha önceki iki yazıda ve keza Kürtlerin iradesine karşı bir sömürge siyaseti olan kayyum uygulaması da bir başka yazıda özetlenmişti.
Kadro Olmak Aynı Zamanda Kendimize Karşı da Kadro Olmak Demektir
Bir kadronun ihtiyaç duyduğu nitelikler bugün sürekli ideolojik saldırı altındadır. Burjuvazi sadece protestoları, teoriyi, örgütleri değil aynı zamanda doğrudan tek tek kadroları da hedef almakta ve onları ideolojik etki yoluyla etkisizleştirmeye ya da kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır.