Cuma Nisan 19, 2024

Mahmut Özkan

Gündeme dair politik yazıları ile tanıdığımız Mahmut Özkan özellikle ATİK sitesindeki yazıları ile tanınmaktadır.

Barış için Savaş !

Silahlanma yarışına, Emperyalist, gerici, haksız savaşlara karşı çıkalım!Dünya`da nihai Barış için, Sosyalizm ve Sınıfsız Toplum yolunda devrimci Mücadelelere omuz verelim !

Hitler Almanyası Nazi ordularının 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırması ile başlayan II. Dünya Savaşı 60 milyon insanın ölümüne yol açtı. Savaş bittiğinde, emperyalist saldırganlığın yol açtığı bu felaket unutulmasın diye, Sosyalist Kamp tarafından 1 Eylül, savaşa karşı dünya barış günü olarak ilan edildi. Emperyalist devletlerin hegomanyasındaki Birleşmiş Milletler (BM) 1981 den bu yana ,bu geleneği değiştirmek için çaba harcıyor. 1 Eylül ün savaşa karşı barış için mücadele günü olması geleneğini ve II.Dünya savaşında Faşizme karşı Sosyalizmin zafer kazanmasına hatırlatma ve çağrışım yapmasına mani olmak için 1 Eylül`ün yerine, sahte “barış” şovları yapılan 21 Eylül tarihini barış günü olarak kutlamaktadırlar.

1 Eylül „Dünya Barış Günü`ne yaklaştığımız bu günlerde, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve dünyanın bir çok bölgesinde, emperyalist-kapitalist sistemin çıkarları ve hegomanyaları uğruna yürütülen savaşların, saldırıların ve katliamlarln artarak devam ettiği bir süreç yaşamaktayız.
Savaşının kalbi şimdilik Ortadoğu’da atıyor. Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’dan Batı Avrupa’ya pek çok kara parçası ise emperyalist güçlerin uğruna tepiştiği paylaşım pastasını oluşturmakta. Gerilim tırmanmakta ve savaş iklimi sertleşmektedir.

Emperyalist devletler ve uşakları gerici-faşist iktidarlar ile maşaları olan gerici çetelerin, işbirliğiyle dünya işçi ve emekçilerine,halklarına ve ezilen uluslara tam bir vahşet yaşatılmaktadır.

Orta doğunun ve Dünyanın dört bir yanının kan gölüne çevrildiği günümüzde, yapılanlar, insanlığa „terörizme karşı mücadele „ adı altında yaşatılmakta ve sunulmaktadır.
Emperyalist güçlerin beslemesi ve semirtmesi, emperyalist hegomonya planlarının uygulanmasında maşa görevi gören, insanlık düşmanı şeriatçı-gerici çeteler ve gerici faşist diktatörlüklerin ele ele vermesiyle, başta Suriye, Kürdistan,Libya,Irak,Afganistan olmak üzere Orta-Doğu, Kuzey Afrika ve dünyanın bir çok bölgesinde sürmekte olan savaşlarda tam bir vahşet ve barbarlık uygulanmaktadır.

Silahlanma yarışı ve savaş bütçeleri artıyor!

Emperyalistler arası silahlanma yarışı dörtnala giderken devletlerin savaş bütçeleri de artıyor
Küresel Silahlanma Raporuna göre dünyada silah ihracatı son 5 yılda yüzde 14 artışla 65 milyar dolar seviyesine yükseldi. 23 milyar dolarlık ihracatla en büyük ihracatçı konumunu devam ettiren ABD’yi, Rusya ve Çin izliyor. Dünya genelinde silah ithalatının büyük kısmı ise şaşırtıcı olmayan biçimde savaşın yoğunlaştığı Asya ve Ortadoğu ülkelerine yapılmaktadır.
Bugün dünyada kullanıma hazır 9 ülkede yaklaşık 20 bin nükleer başlık bulunmakta, nükleer silahlanma yarışına yüz milyarlarca dolar harcanmaktadır Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRİ) nin saptamalarına göre sadece ABD 7 bin, Rusya 7 bin 290 nükleer başlığa sahip. İngiltere, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore’nin elinde ise toplamda 4 bin 120 nükleer başlık bulunuyor. NATO üyesi Belçika, Almanya, İtalya, Hollanda ve Türkiye’deki üslerde ABD’ye ait olarak bulunan yaklaşık 200 nükleer silahı da göz önüne aldığımızda, dünyanın nükleer cephaneliğe döndüğünü söyleyebiliriz.

„Emperyalizm var oldukça, savaşlar kaçınılmazdır“ gerçeğine ; bugün dünyada yaşananlara bakıldığında,. Emperyalistler arası rekabetin kaçınılmaz sonucu olarak pazar kavgası,iktidar kavgasına yönelik bölgesel savaşlar çıkarttıklarına, Mezhepsel,dinsel,etnik ayrıştırıcı politikalarla, kışkırtarak, halkları ve ulusları birbirlerine düşman eden politikalar güttüklerine bir kez daha tanık olmaktayız.

Emperyalist politikaların sonucu çıkartılan savaşlardan ve güvensiz ortamlardan kaçan, ülkelerini terketmek zorunda kalan milyonlarca göçmenin ve Mültecinin kötü ve zor yaşam koşullarına mahkum edildikleri,göç yollarında denizlerde binlercesinin yaşamlarını yitirdikleri yetmezmiş gibi, Avrupa`da ırkçı saldırıların arttığını ve dışlayıcı politikalarında gerici hükümetler eliyle uygulamaya koyulduğunu bilmekte ve görmekteyiz.
AB ülkelerini temsilen Alman Başbakanı Merkel `in Faşist Türk devletinin Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Mültecilerin AB ülkelerine geçişlerinin engellenmesine yönelik kirli çıkar pazarlıklarına şahit olmaktayız.

Topyekün Savaş çağrısına karşı, Topyekün devrimci Mücadeleyi yükseltelim !

Kuruluşundan bugüne tarihi kanlı katliamlarla dolu olan, devlet terörü uygulamada pek marifetli olan T.C devleti, AKP hükümeti eliyle özellikle 2014 Temmuz undan buyana vahşet ve saldırganlıkta sınır tanımamaktadır. Faşist Türk devleti, başta Kürt ulusu olmak üzere, tüm işçi,emekçilere,ezilenlere, demokratlara, aydınlara ve devrimci –komünist güçlere yönelik topyekün saldırı halindedir. Suruç, Ankara,istanbul, Amed, Sur, Cizre, Nusaybin, Antep ve bir çok yerde Türk devletinin dümenindeki bugünkü AKP hükümeti ve diktatör olma heveslisi Tayyip Erdoğan ve çetesi tarafından sürdürülen topyekün savaş ve İşid gibi desteklenen ve semirtilen, işbirliği yapılarak cihadist gerici örgütler eliyle gerçekleştirilen kitle katliamları ve vahşet artık bir sır değil !
AKP, Gülen klikleri arasındaki iktidar dalaşının krize dönüşmesi ve 15 Temmuz başarısız darbe girişimi ardından tüm hakim sınıf faşist burjuva partilerinin Olağanüstü Hal ( OHAL) ilan etmede ittifak yapmaları ve Kürt ulusal mücadelesine karşı birleşmeleri, faşist tekçi politikaları gereği Yenikapı mitinginde birlikte hareket etmeleri, hepsinin ortak korkularının sonucudur. Bu korku yükselen Kürt Ulusal direnişi ve devrimci mücadelelerdir.
TC Devletinin Rusya ile anlaşmaları sonucu, Rusyanın sessiz kalması ve ABD` nin onayıyla Suriye topraklarına yönelik başlattığı askeri işgal ile, içte şovenizmi körükleyerek Milliyetçi Cepheyi genişletmeyi ve Balyoz, Ergenekon süreçleri ile 15 Temmuz başarısız darbesi sürecinde yıpranan ve yerlerde sürünen Türk ordusunun itibarını düzeltmeyi amaçlarken,

Işid ile mücadele adı altında Suriye topraklarına, Cerablus`a yönelik askeri işgal ile amaçlanan ise, Kürtlerin Rojova`da kazanımlarının önüne geçilmesi ve Kürt Ulusal mücadelesinin geriletilmesidir.

Türk devletinin Işid ile kayıkçı kavgası yaptığı ve işbirliğine devam ettiği de artık Almanya gibi Avrupa ülkelerininde parlementolarınca konuşulan ve İstihbarat örgütlerince rapor edilen gerçeklerdir.

Dünya`da nihai Barış için, Sosyalizm ve Sınıfsız Toplum yolunda devrimci Mücadelelere omuz verelim !

Günümüzde reformist, liberal uzlaşmacı sol çevrelerin „ barış“ „demokrasi“ özgürlük“ söylemlerinin içi boş ve yığınların bilincini körelten niteliktedir. Sömürücü burjuva emperyalist, Kapitalist ve gerici sistemler yıkılarak tarihin çöplüğüne atılmadan, kalıcı ve nihai barış, özgürlükler ve adil paylaşım mümkün değildir.

Kapitalist-Emperyalist sistemin yarattığı çelişkiler, çatışkılar ve savaşlar yumağının üzerinde duran dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları, emperyalistlerin elinde harabeye dönen dünyanın kurtarılması için, sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için, devrim ve sosyalizm kavgasının kızıl sancağını dünya üzerinde daha güçlü dalgalandırmalıdır. 

Önce eşitlik, sonra Kardeşlik! DTK Kongresi ve Özerkliğe dair

Osmanlının son sürecinde ortaya çıkan ittihat ve terraki adlı Jön Türk hareketi olan milliyetçi  türkçü akım önce 1915 Ermeni/ Süryani soykırımını gerçekleştirmiş ve 1920 TC`nin kuruluşunun hemen sonrasında da  TKP Önderleri Mustafa Suphi,Ethem Nejat ve yoldaşlarını hunharca Karadeniz sularında katlettirmiş ve 1925 den bu yana da Kürtlere karşı imha ve inkar politikalarına girişmiştir.

6436 üyeli Birlik ve ilerleme adı taşıyan (İttihat ve Terraki`)nin 331 nolu üyesi Mustafa Kemal` in  siyasi rakiplerini tasviye ederek,katlederek yoketmesi ve iktidarını sağlamlaştırması ardından daha öncede ittifak yaptığı Kürt  feodallerininde desteğiyle Kürt ulusal hareketini ezmeye yönelik  politiklar uygulamış,karşı koyanları asi  olarak adlandırmış  ve 1925 ,1928,1930,1938   Şeyh Sait,Ağrı,Zilan Dersim katliamlarını gerçekleştirmiştir.Türk hakim sınıfları T.C nin kuruluşundan günümüze dek Kürt ulusuna milli zulüm uygulaya gelmiştir.Kuruluş harcını teklik üzerine karan „tek dil,tek millet,tek bayrak“ gibi ırkçılık özeti olan söylemlerle Anadolu coğrafyasında yaşayan çeşitli milliyetlerden halkı asimile etmeye çalışarak,tehcir ederek,katlederek ari bir Türk milleti yaratma gayesi ve projesi  her türlü zulme, devlet terörüne ve yığınların zehirlenmesi için miili eğitim müktesebatlarında pompalanan şoven „ Türküm doğruyum çalışkanım“ „Bir Türk dünyaya bedeldir“ Ne mutlu Türküm diyene“ gibi ırkçılığın megoloman tarzda, okullarda her gün verilişine rağmen başarılı olamadı. Türkiye sınırları içerisinde başta Kürt ulusu kendisine yönelen milli baskı ve asimilasyon politikalarına karşı direndi,başkaldırdı,isyan etti, meşru haklarını kazanmak için özgürlük mücadelesi başlattı.  „Mücadelenin biçimini belirleyen devlettir“ belirlemesine uygun olarak, tepeden tırnağa bir şiddet aygıtı olarak örgütlenmiş, faşist devlete karşı, Ulusal haklarını kazanma ve bağımsız Kürdistan yolunda 1984 ler sonrası daha örgütlü, sistemli  ve silahlı bir  mücadele başlatan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) yürüttüğü mücadeleler sürecinde çeşitli merhalelerden geçerek mücadeleyi  bugüne  getirdi.1999 yılında,Bağımsız devlet kurma projesinden vazgeçtiğini  açıklayan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) Kürt ulusal haklarının  verilmesi, Kürt kimliğinin tanınması ve Anayasada yer alması, özgürce örgütlenme hakkı vb. gibi şartların yerine getirilmesi kaydıyla meselenin  barışçıl demokratik yöntemlerle konuşularak ve müzakere edilerek çözülebileceğine yönelik tavırlar geliştirdi. Türk devleti,  Kürt ulusal özgürlük mücadelesine karşı her yolu denemesine karşın, çare bulamaması nedeniyle vede Türk egemenlerinin kendi iç dalaşları sürecinde AKP nin toplumsal değişime olan ihtiyacın rüzgarını arkasına almak için,demokrat,değişimci bir görünüme bürünerek “Çözüm Süreci“ gibi çeşitli adlarla Kürt ulusal hareketinin esir, legal ve illegal temsilcileriyle 3 yıl kadar görüşmeler sürdürdü.Bu görüşmeler sürecinde devletin ve onu yöneten AKP kliğinin tek amacı vardı, Kürt hareketini oyalamak, hile ve entrikalarla tasviye etmek, güçten düşürmek, özellikle silahlı güçlerini tasviye etmekti. AKP nin tek başına iktidarı ve Tayyip Erdoğan`a başkanlık yolunun açılmasında Kürt oylarına olan ihtiyaç, HDP nin içindeki devrimci sosyalist kesimlerinde etkisi ve katkısıyla „Seni Başkan yaptırmayacağız“ da somutlanan Demirtaş`ın etkili açıklamalarıyla ete kemiğe bürünen  söylem ve akabinde 7 Haziran seçim sonuçlarında ortaya çıkan 13.1 % lik başarılı sonuç, AKP nin tek başına iktidar olacak çoğunluğu yakalayamamasını sağladı ve Tayyip in başkanlık hevesini kursağında bıraktı. Devlet fabrika ayarlarına geri döndü ; 7 Haziran seçimleri sonrasından 1 Kasım seçimlerine kadar olan süreçte, AKP ve Tayyip şürekasının eski derin devlet diye tabir edilen „Ergenekon“ vb. çetelerle ve  ülkücü mafyaya kadar olan kesimlerle ittifak yaparak Kürt ulusal hareketine, HDP ye ve devrimci kesimlere yönelik saldırılarının dozunu artırması, Çözüm sürecine son vererek masayı devirmesi, Suruç, Ankara katliamları ,Işid çetelerinin taşeron olarak kullanılması, Kürt illerinde ve kentlerinde sokağa çıkma yasakları, sivillerin,çocuk,kadın,ihtiyar demeden kolluk güçlerince katledilmesi, Tanklarla,toplarla ve her türlü savaş mekanizmalarıyla direnen Kürt halkınasaldırması devletin fabrika ayarlarına , yani 1925 `lere geri döndüğünün açık kanıtıdır . Bu ortamda Amed`de toplanan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) nin yayınladığı sonuç bildirgesinde “Öz yönetimlerle ilgili siyasi çözüm deklarasyonu” başlığıyla hazırlanan deklarasyonda„ özerklik“ „özyönetim“ gibi taleplerin  14 madde de yer alması,Türk egemenlerini, gerici sınıfları ve azgın şoven türk ulusalcılarını çileden çıkarmaya yetti.HDP ve DBP ve DTK eşbaşkanlarına yönelik davalar açılması, Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması gibi kuşatma ve linç kampanyası startıCumhurbaşkanı, Başbakan ve Adalet Bakanının yargıya, gereği yapılsın talimatlarıyla verildi.  Bölgesel Özerklik talebi karşısında  tutum ne olmalıdır ? Sınıf bilinçli proleterler, Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını her şart altında savunurlar. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ,ayrı bir devlet kurma hakkından başka bir şey değildir. Bu hakkı kullanıp,kullanmayacağını veya ne yönde kullanacağına Kürt ulusu kendisi karar verir.DTK kongresinde açıklanan sonuçlar ve hedeflenen talepler eksik,yetersiz ve geri olarak bulunup,eleştiriye ve değerlendirmeye açık yanları  olan talepler şeklinde değerlendirilebilinir.“Kürt milli hareketi genel bir demokratik muhteva taşır. Çünkü bir yönüyle ezen ulusun hâkim sınıflarının zulmüne, zorbalığına, imtiyazlarına, bencil çıkarlarına karşı yönelmiştir. Milli baskının kaldırılması, milliyetler arasında eşitliğin sağlanması, hâkim ulusun hâkim sınıflarının imtiyazlarının kaldırılması, dil üzerindeki yasaklamaların ve sınırlamaların son bulması, her alanda uluslar arasında eşitliğin ve ulusal devlet kurma hakkı, eşitliğinin tanınması, bütün bunlar demokratik ve ilerici taleplerdir“ (iK) Kürt ulusunun haklı meşru demokratik taleplerini savunmak ve desteklemek, azdırılmaya çalışılan türk şovenizmine ve tekçiliğe karşı,bütün milliyetlere tam hak eşitliği şiarıyla, geliştirilen direnişe destek vermek görevi ve  tarihsel sorumluluğu bütün „halkların kardeşliği“ ve eşitlik ilkesini savunanların omuzlarındadır.  DTK tarafından formüle edilen ve tartışmaya açık denilen öneri paketinin mevcut durumda partneri ve muhattabı  yoktur. Türk devleti  en azgın biçimde savaş ve saldırı yöntemiyle Kürt halkını  geriletmek, abluka ve sokağa çıkma yasaklarıyla bezdirmek ve iradesini teslim alma gayreti içindedir.Kürt ulusuna yönelik Türk devletinin  sürdürdüğü kapsamlı saldırılara karşı. Türkiyenin diğer bölgelerinde  yeterli bir dayanışma ve  kitlesel destek  yoktur.       Var olanlar cılızdır ve Türk devletinin savaş cüretini kırmaya yönelik caydırıcı olmaktan uzaktır.Bu durumda Türkiye`de  işçi sınıfı,emek örgütleri ilerici devrimci tüm kurum ve bireyler, Avrupa`da göçmen demokratik örgütler  Kürt halkının direnişiyle her yönlü dayanışarak,tepkilerini ve her türlü imkanlarını seferber ederek, aktif,passiv tepkiler koyarak  bu sürece yanıt olmalıdır. Bu özgün süreçte,yürüyüş ve etkinliklerde sıklıkla slogan olarak haykırdığımız „ Yaşasın halkların kardeşliği“ yerine, öncelikle„Kürt ulusuna tam hak eşitliği“ sloganını ve şiarını haykırmalıyız. Ve en önemlisi bu meselede, “Halkların kardeşliği sloganı baştan beri burjuva-liberal bir hiledir. Önce tam hak eşitliği, ondan sonra halkların kardeşliği,” (ibrahim Kaypakkaya) Önce eşitlik sağlansın, sonrasında kardeşlik,…! yoksa eşitlik sağlanmadan, tam hak eşitliğine yönelik vurgular yapılmadan bu yönlü mücadele yürütülmeden sadece „Halkların Kardeşliği“ ne ve birlikteliğine vurgu yapmak, ezen ulus burjuvazisinin ekmeğine yağ süren bir işlev görmekten ve inceltilmiş milliyetçilikle bezenmiş sosyal şovenizm olmaktan öteye bir anlam taşımayacaktır.

100. yılında ezilenlerin dinmeyen acısı: ermeni soykırımı!

1.Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan önce iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki palazlanmak için halk düşmanlığının bütün yöntemlerini kullanmaya başlamıştı. Yeni şekillenecek devletin temeli, Türk ulusundan ve Sünni mezhebinden olmayan herkesin yok edilmesi ya da etkisiz kılınması olacaktı. Yani tek millet, tek din, tek dil, tek bayrak.

Bu anlayışla, başta Ermeni ulusu olmak üzere Hiristiyan azınlık, Rum, Yahudi, Süryaniler ve  azınlık milliyetlerden herkes ve daha sonra Kürt ulusu ile Alevi mezhebi olmak üzere bütün farklılıklar hedefe alındı. Bunlar sadece öteki oldukları için değil aynı zamanda mallarına ve servetlerine el konulmak üzere katledildiler. Gayri Müslim sermayesinin millileştirilmesi, daha sonra kurulan TC’nin ekonomik politikasının ana damarlarından birisini oluşturdu yani Ermenilerden yağmalanan servet kurulacak olan ulus devletin egemenlerinin sermayesini oluşturdu.

Bu anlayış temelinde Ermenilerin tehcir edilmesine daha 1911’lerde karar verilmişti. Bu konuda İttihat ve Terakki Partisinin önde gelen isimlerinden Doktor Nazım’ın yapılan gizli bir Parti toplantısında sarf ettiği sözler çarpıcıdır: ‘’…Ermeniler ölümcül bir yaraya benzer. Bu yara önceden zararsız bir yara zannedilir. Fakat zamanında bir doktor muamelesi görmezse muhakkak öldürür. Hemen harekete geçmek gerekir. Eğer 1909’daki gibi yaparsak yarardan çok zarar görürüz. Bizim temizlemeye karar verdiğimiz diğer kesimleri, Arapları ve Kürtleri uyandırır ve tehlike bir yerine üçe katlanır… Eğer bu temizlik harekatı ve genel, nihai olmazsa, yarardan çok zararı dokunur. Ermeni halkını topraklarımızdan kökten temizlemeliyiz. Bir kişi bile kurtulmamalı ve Ermeni ismi unutulmalıdır…Bu defaki işlem, kökten temizleme işlemi olacaktır. Ve Ermenilerden bir kişi bile sağ kurtulmaması koşuluyla soykırım mutlaka gereklidir’’.

11 Nisan 1915’de Dahiliye Nazırı (İç İşleri Bakanı) Mehmet Talat Paşa’nın emriyle 250 Ermeni aydını tutuklanarak Sultanahmet hapishanesine dolduruldu. Ermenilerin yaşayacağı “büyük felaketin” adımı atılmış oldu. Peşinden 24 Nisan gecesi bundan daha büyük bir dalga geldi. Kimi kaynaklara göre 600 kimi kaynaklara göre ise 2000 İstanbul’da yaşayan Ermeni yazar, şair, siyasetçi, öğretmen, gazete editörü, tüccar, müzisyen, kitapçı, profesör, doktor, milletvekili, avukat, ressam, Ermeni Ulusal Meclis üyesi, papaz, aktör, tiyatrocu, tercüman, gazeteci, tarihçi, eğitimci, zanaatkâr tutuklanarak ölümlü bir sürgün yolculuğuna çıkarıldı. Bu suretle Ermeni ulusunun direnişi örgütlemesi muhtemel öncü dinamikleri katledildi. Bu tarih Ermeni soykırımının artık berraklaştığı ve tüm Anadolu’ya yayıldığı başlangıç tarihidir. Bunun devamı olarak da 27 Mayıs tarihinde ise resmi tehcir kanunu çıkarılır.

Bu kanunla birlikte Ermenilerin kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeksizin ulusal dramı başladı. Kanunen ayrıma tabi olmaksızın Ermeni kimliği taşıyan herkes sürgün edilecekti. Der zor çöllerine doğru kitlesel bir yer değiştirme yapılacaktı. Gerçekte ise bu bir sürgün ve yer değiştirme değil hem yerinde, hem de yol boyunca bir katliam yok etme operasyonu idi. Bu süreç sistematik bir şekilde 1915 ve 1922 yılları arasında devam etmiştir. Ancak 1915’de Anadolu’da yaşayan milyonlarca Ermeni esasen acımasız bir katliamla soykırıma tabi tutulmuştur. Devamında yaşanan süreç ise “kılıç artıklarının” temizlenmesi sürecidir. Bu süreç 1921’e kadar kitlesel şekilde olurken ondan sonraki süreçte politik konjonktüre ve gelişmelere paralel olarak devam etmiştir. Bu sürecin son halkası ise 2007’de Hrant Dink’in katledilmesi olmuştur.

Ermeni ulusal kimliği katliamla, sürgünle soykırıma tabi tutularak kendi vatanında paramparça edilmiştir. Ermeni ulusal kimliğine ve ulusal hak mücadelesine karşı saldırılar ise 19. Yüzyılın ikinci döneminde Abdul Hamit’in katliamlarıyla zaten inişli çıkışlı bir şekilde gerçekleşmiştir. Ermeni ulusal gelişimine karşı Hamidiye alayları ve bizzat devlet eliyle bir parçalama, dağıtma ve zayıf düşürme şeklinde katliamlar yaşama geçirilmiştir. Bu süreç bizzat bulunduğu yerlerde Ermenilerin katledilmesi, üretim araçlarına ve mallarına el konulması şeklinde gerçekleşmiştir. Bu şekilde Ermeni ulusunun toprak bütünlüğü zayıflatılmaya, parçalanmaya çalışılmıştır. Bu eksende Osmanlı’nın azımsanmayacak bir mesafe kaydetmesi söz konusudur. Ancak Ermenilerin ulus karakterini bozamamış, dağıtmaya muktedir olamamıştır. İttihat terakki ile egemen olan zihniyet ise dağılmakta olan Osmanlı sisteminin Panislamizm ve Pantürkizm ideolojik argümanıyla korunması ekseninde bir yönelim belirlemiştir. Gelişmeler ve koşullar bu anlayışla var olan egemenliği korumaya olanak sunmamış, sürekli daralan bir coğrafi alana hapsolmasına bu zihniyeti zorlamıştır. Balkan savaşları ve Ortadoğu’da Arap kalkışmaları ile kaybedilen mevzilerle 1.Emperyalist paylaşım savaşına iyice daralmış bir egemenlik alanı ile girilmiştir. Ermeni Soykırımında emperyalizmin ve özel olarak da Alman emperyalizminin soykırım planlarına ortak olduğu, İngiliz, Fransız ve özellikle Rus emperyalistlerine karşı bölgesel politik çıkarları doğrultusunda, soykırım planlarına akıl hocalığı yaptıkları ve İttihat ve Terakki Hükümetini destekledikleri ortaya çıkan gerçeklerdir.

Bu süreç İttihatçı zihniyetin Türk ulusal egemenliğine dayanan ideolojik şekillenişe daha fazla yakınlaşmasına ve karakter kazanmasına toplumsal ve siyasal zemin hazırlamıştır. Bu şekilleniş Anadolu topraklarının çok uluslu, çok kültürlü yapısının dağıtılması ekseninde bir politikaya ardına kadar kapıyı aralamıştır.

Anadolu’da çok kültürlü, çok uluslu ve çok inançlı yapının yeniden şekillendirilmesinde siyasal ve toplumsal çelişkiler kullanılarak yönelim ve planlar belirlenmiştir. 1915’e gelindiğinde savaş ortamının da yarattığı sistemin tümüyle dağılma eğilimi, ezilen ulusların bu dağılma içinde kendi haklarını elde etme mücadelesini de daha fazla olgunlaştırmıştır. Bu tarihsel olarak haklı ve meşru yönelim karşısında egemen olan devletin tavrı ulus ve halkların imhasına yönelmek olmuştur. Bu noktada yönelim Anadolu topraklarının önce Müslüman olmayan uluslardan, inançlardan arındırılması şeklinde olmuştur. Öncelikli olarak ise görece daha örgütsüz ve savunmasız olan, yine coğrafi bütünlüğü ve dağılımı dağınık olan Ermeniler zayıf halka olarak belirlenmiştir.

Bu politik tutum ve yönelim Ermenilerle sınırlı kalmamış Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim toplulukları olan Asuri-Süryanilere, Ezidilere de yönelmiştir. Ermeniler hedef seçilirken bunun yanına bu toplulukları da katarak bir temizlik süreci yaşanmıştır. Müslüman olmayan ulus, milliyet ve inançların temizlenmesi bir süreç boyunca hayata geçmiştir. 1919’da başlayan Milli mücadele süreci egemen sınıfların bu politikasını sürdürdüğü bir dönem olmuştur. Pontus-Rum topluluklar kendi vatanlarında sistematik bir katliama maruz kalmış, tıpkı Ermeniler gibi katledilmiş, kurtulanlar ise vatanlarını terk etmişlerdir. Yunanlılarla yürütülen savaşta yine kitlesel olarak Pontus-Rumlar katliama tabi tutulmuştur. Devamında Yunan hükümetiyle yapılan mübadele antlaşması ile kalan nüfus bu topraklardan sürülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti böylelikle kuruluş temellerini Müslüman olmayan toplumlardan arındırılmış bir toplumsal zemin üzerinde inşa etmiştir.

Ancak Türk egemen sınıfları bu toplumsal zeminle kendini sınırlandırmamıştır. Kürt ve Türk uluslarına dayanan toplumsal temeli inkar eden bir politik-ideolojik rejim şekillendirmiştir. Türk ulusal egemenliğine dayanan bir rejim kurarak, Müslüman olan Kürt ulusuna karşı benzer bir katliam, imha ve sürgün politikası izlemiştir. Ermeni, Süryani ve Rum toplulukların başına gelenin benzeri Kürt ulusunun başına gelmiştir.

Ermeni Soykırımının Nedenleri Ve Yarattığı Sosyo-Politik Sonuçlar

1915 Ermeni soykırımı ezilen bir ulusun topyekün yok edilmesini amaçlayan bir politikanın ürünüdür. Ümmetçi Osmanlı İmparatorluğunun Kapitalist-emperyalist çağa uygun olmayan yapısının ve buna karşı gösterdiği nafile direncinin kırıldığı ve tasfiye olduğu süreçte egemen sınıfların ulus devlet egemenliğine dayanan bir devlet yapısı oluşturma arayışı 1908 “devrimi” ile arayış ve yoğunlaşmasını hızlandırmıştır. İttihatçı anlayış bu sürecin temel dinamiği olmuştur. Bu anlayış Osmanlıyı bir Türk ulus devletine çevirmek, Türk ulusal egemenliği altında diğer ulusların belli haklar tanınarak tahakküm altına alınmasını içermektedir. Bu eksende ezilen diğer ulusların siyasal temsilcileriyle dönemsel ittifaklar geliştirmiş ve mevcut rejimi restore etmeye yönelmiştir. Ancak bu yönelim ulusların tarihsel eğilimi olan ulusal kurtuluş ve egemenlik kurma duvarına toslamış ve yönetilemez bir hal almıştır. Egemenlik kurmanın uluslaşma ve ulus devlet kurma süreci daha fazla hız kazanmış ve kimlik arayışını berraklaştırmıştır.

Bu yönelim zayıf ve bağımlı uluslarla savaşıma hızla evrilmiştir. Balkanlar, Afrika ve Ortadoğu’da verilen savaşlarda çıkarılan dersler, Anadolu’da endişe, korku ve risklerin sürükleyiciliği ile tam bir barbarlığa dönüşmüştür. Anadolu’nun çok uluslu, çok inançlı yapısının en güçlü renklerinden olan Ermenilerin yok edilmesi tamda bunun ilk tatbiki olmuştur. Ermeni varlığının toplumsal dinamiklerinin toptan berhava edilmeksizin Türk egemen sınıflarının kendi güvenlikleri ve egemenliklerini sağlayamayacağı kararlaşmış bir tutuma dönüşmüştür.

Ermeni Soykırımı bu açıdan Türk ulus kimliği yaratma sürecinin, savaş ikliminde bir arada yaşadığı farklı bir ulus ve inanca karşı en zalimane, en vahşi ve barbar biçimde vücut bulduğu ve bu kimliğe en güçlü karakter kazandırdığı bir niteliğe sahiptir. İmparatorluğun hem siyasal rejimi hemde sosyo-ekonomik karakteri Türk Ulus kimliği ile ciddi bir gerginlik ve çelişki oluşturmaktadır. Bu durumun uluslaşma sorununda bir politik bunalım yaratması söz konusudur. Bunu ittihat terakkinin ümmetçilikle ulusçuluk arasında salınan çizgisinde de müşahade etmek mümkündür. Ulusal karakterli irili ufaklı gerçekleşmiş ve gerçekleşen savaşlar ve mücadeleler Osmanlı egemen sınıflarının bu politik kimliğe daha fazla eğilim göstermesine yol açmıştır. Belirlenemeyen egemenlik sınırları içinde yakından uzağa doğru egemenliği pekiştirme mücadelesi egemen sınıfların politikasının ana aksı olmuştur.

1.Emperyalist paylaşım savaşı dönemin egemen sınıfları tarafından varlık yokluk sorunu olarak görülmesi, bu eğilimi pekiştirmiştir. Bu yaklaşım farklı ulus ve inançlara karşı “hain”, “ihanetçi” ve hedeflenmiş düşman olarak yaklaşmayı getirdi. Bu egemen sınıfların ezilen halk kesimlerini kendi ulus bayrağı altında toplama ve aynı zamanda bu kimliği benimsetme sürecinin örgütlenmesine de dönüştürüldü. Özellikle köylülüğün en gerici, bağnaz, tutucu kesimlerini kendinden ulus ve inanç olarak farklı kesimlerine karşı mal ve mülklerinin müsadere edilmesine de teşvik ederek politikasına ve katliamına ortak etmiştir. Gerici feodal beylerin, eşraf takımının ve ağaların önderliğinde gerici feodal ve kültürel değerlerin pençesindeki bir kısım köylü kitlesi bu soykırıma ve yıkıma ortak edilmiştir.

Bu süreç gerici-faşist sistemin tarih anlatısındaki gibi kesinlikle savaş ortamında Ermenilerin, Süryanilerin, Asurilerin ve Ezidilerin İngiliz, Fransız ve Rus emperyalistleriyle işbirliği yapması ya da bu potansiyeli taşımasından kaynaklanmamaktadır. Ya da bu süreç Ermeni ulusal hareketinin ulusal kurtuluş mücadelesinde Ermeni olmayan halka karşı katliamlardan da kaynaklanmamaktadır. Her ulusal mücadelede olduğu gibi Ermeni ulusal mücadelesinde de kimi burjuva siyasal hareketler milliyetçi sapmalarla Türk-Kürt ulusuna mensup ezilen halkı katletmiştir. Ancak bu durum Ermeni ulusunun tarihsel olarak egemen Osmanlı sınıflarına karşı haklı ve meşru mücadelesini karartmaz, karartamaz. Bu tarz sapmaların ve milliyetçi tutumların egemen ve gerici olana karşı yönelimini gölgelemez. Türk egemen sınıfları soykırımla işledikleri tarihsel suçu hafifletmek için kullandığı bu argümanın tarihsel olarak geçerliliği olmadığı gibi, bir ulusun topraklarından sürülmesine ve soykırıma tabi tutulmasına karşı hiçbir karşılığı ve izahı da yoktur. Bu bağlamda bu argüman sadece Türk egemen sınıflarının gerçek amacını gizlemek, gecikmiş, lekelenmiş, gerici, uluslaşma sürecinin tarihsel özünü karartmak için kullandığı bir argümandır.

Ürettiği Sonuçlar

Ermeni soykırımı Türk ulus kimliğinin oluşumunda bir basamak ama kanlı bir basamak olmuştur. Türk egemen sınıflarının süreç içinde oluşturduğu ideolojik, felsefi ve siyasi “Kurucu değerler sisteminin” ezilen, mazlum bir ulusun kadın, çocuk, yaşlı, hasta ayırmaksızın top yekün vatanlarından koparılması ve katledilmesiyle kanlı bir harcı olmuştur.

Türk egemen sınıfları bu soykırımla inşa süreci yaşayan Türk ulusal egemenliğine dayanan siyasal rejimlerinin güçlü temellerini atmıştır. Bu temel, ezilen ulusların tüm kesimlerinin var olduğu pazarı kontrol etme, bu kesimin burjuvazisinin ve toprak sahiplerinin sermaye ve üretim araçlarını gasp etme şeklinde bir ekonomik temele oturmuştur. Bu sermaye, üretim araçları ve pazarın hakimiyetini mutlak kontrol etme sürecinin en güçlü ayağı olmuştur.

Soykırımın iktisadi çıkarların yanında rejimin kurucu değerler sistemi olan faşist karakterinede eşsiz katkısı olmuştur. Faşizmin ideolojik temeli katı bir ulus şovenizmine ve homojen toplum yaratma temeline dayalıdır. Hem ulusal, hem inançsal hem de politik farklılıkları yok etme, yok sayma, asmile etme ve baskı altına alma gibi bir tutuma sahiptir. Ermeni soykırımı tamda bu temellerin atılmasını sağlamıştır.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinin soykırım harcıyla oluşturulması bu konuda yeni ve genç devletin aldığı konumlanışla da teyit edilmiştir. Sadece bu konumlanışla yetinilmemiş koşulların el verdiği oranda bu süreç bir şekilde devam ettirilmiştir. Müslüman olmayan Ermeni, Rum, Yahudi, Süryaniler her türlü baskıya, imhaya maruz kalmışlardır. Azınlık düzeyinde kalmış bu kesimlere karşı düşmanlık hiç eksilmemiştir. İkinci emperyalist paylaşım savaşı döneminde Varlık vergisiyle bu kesimlerin sermayesi bir kez daha müsadere edilirken bununla yetinilmemiş işkence, katliam ve sürgün politikası da hayata geçmiştir. Yine 1955 yılında 6-7 Eylül’de bu kesimler yeniden hedefe konmuş ve toplumsal bir linçe maruz kalmıştır. Son halka ise Ermeni aydın, gazeteci Hrant Dink’in katledilmesi olmuştur. Sırf Ermeni kimliğinden ve Ermeni meselesine duyarlılığından kaynaklı devlet denetimi, kontrolü ve organizasyonuyla 2007 Ocak ayında ensesinden vurularak öldürülmüştür. Bu Osmanlının bakiyesi olan ve onun son döneminin kurucu değerler sistemini organize ederek egemen olan TC’nin meselede gayet sarih ve berrak faşist duruşunun göstergeleri olmuştur.

Ermeni soykırımı; Ermeni dili, kültürü, sanatı, düşünce ve bilim dünyasının parçalanması dağıtılmasını hedeflemiştir. Ancak bu sadece Ermeni toplumunun tüm değerlerinin imhasını içermemektedir. Aynı zamanda çok uluslu, çok kültürlü, çok inançlı toplumsal yapının zenginliğine yönelik bir suikast niteliği taşımaktadır. Ermeni soykırımı ile toplumsal yapının yarattığı birikim soykırıma maruz kalmıştır. Yaratılan ulusal düşmanlık, oluşmuş kültürel, sanatsal, bilimsel, entelektüel ve üretim yeteneğinin de yadsınmasını getiren bir toplumsal gerilik ve kapalılık yaratmıştır. Toprakların çölleştirilmesi bu açıdan sadece Ermenilerin yok edilmesiyle değil topluma ait birikimin yadsınması düşmanlaştırılmayla da gerçekleşmiştir.

Ermeni soykırımı toplumsal yapının siyasal şekillenişindeki gerici karaktere ciddi düzeyde etkide bulunmuştur. Toplumsal yapıda var olan dışındakilere kapalılık, oluşmuş olanı koruma eğilimini siyasal düşmanlıkla kendini yeniden üretmiştir. Irkçılık, şovenizm, bağnazlık Ermeni soykırımıyla bir nevi kemikleşme sürecine girmiştir.

Soykırım, Siyasal Rejimin Sürekliliğinde Kullanılan Referans!

Ermeniler eksenli yürüyen soykırım bununla sınırlı kalmamıştır. Özellikle bu toplumla iç içe geçmiş Süryaniler, Asuriler ve Ezidilerde bu süreçte kırıma uğramıştır. İşbirlikçi Kürt aşiretler sürece ortak edilerek bu topluluklar devlet tarafından soykırıma uğramıştır. Bu topluluklar da tıpkı Ermeniler gibi kırılmış, sürülmüştür. Bu süreç tam anlamıyla ilk etapta Müslüman olmayan toplulukların, ulusların temizlenmesi ve arındırılmasını amaçlamıştır, Türk egemenleri bu hedeflerine ulaşmışlardır.

Egemen sınıfların ezilen toplumsal kesimlere karşı katliam, yok etme ve imha politikası, etnik arındırmaya yeni halkalar eklenerek sürmüştür. Pontus Rumları diğer azınlık milliyetler de bundan nasibini almıştır. 1915’den 1922 yılına kadar süren süreç bu topluluklarından temzilenmesi, yok edilmesini içermiştir.

Arındırılmış ve sadece Müslüman toplulukların kaldığı toplumsal yapı kanlı, her karışına zulmün sirayet ettiği, acının içli haykırışının kalıcılaştığı bir gerçeklikle başbaşa kalmıştır. Bu temel üzerinde Türk şovenizmine dayanan faşist egemen sistem inşa edilmeye başlanmıştır.

Kuşkusuz bu süreç çok uluslu ve çok mezhepli Müslüman toplumsal yapı gerçeğini de siyasal rejiminin dayanağı olarak şekillendirmemiştir. Egemen sınıfların Türk ulus kimliğini benimsemesi onun siyasal rejiminin bu gerçekliğe dayanmasını getirmemiştir. Egemenliğini tekçilik üzerine inşa eden anlayış hem siyasal, hem inançsal, hem de ulusal bağlamda buna uygun olarak sürecini örgütlemeye ve inşa etmeye devam etmiştir. Siyasal farklılıklara karşı anti-demokratik tutum henüz Milli mücadele döneminin başında kendini göstermiştir. Milli mücadelenin 1. Meclisinde siyasal temsiliyetteki “demokratik muhteva”, egemen sınıflar tarafından yönetilmesi zor olarak kavranıp 2. Meclisin faşist nüveli yapısına yerini bırakmıştır.

Bu süreç savaş koşullarında olağan üstü bir durumun getirdiği bir sonuç değil tam tersine egemen anlayışın komploları, ayak oyunları ve kuşkusuz katliamları ile gerçekleşmiştir. M.Kemal önderliğindeki toprak ağaları ve kompradorların temsilini sağlayan egemen sınıflar öncelikle komünist ve sosyalist yapılara yönelmiştir. Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz’in sularında katledilirken aynı zamanda farklı siyasal oluşum, fikir ve düşüncelere karşıda bir bütün boğma süreci başlamıştır. Bu sadece komünistlerle sınırlanmamıştır, demokrat kesimler ve farklı düşünen her kesime de yönelmiş bunlar ya tasfiye edilmiş, ya katledilmiş ya da devşirilmiştir. Bu süreç baskı, zulüm ve katliamla gerçekleşmiştir.

Bu baskı ve sindirmeye dayalı siyasal rejim arayışı Kürt ulusal kimliğinin Müslümanlık paydasında eritilmesi hesabını da içermektedir. Milli mücadele döneminde Kürtlerin ulusal haklarına dair açık ve örtülü bir dizi vaatlerde bulunulmasına rağmen, egemenlik alametleri emperyalistlerle uzlaşma sürecinde belirginleşmeye başladığında Kürtlerin örgütsüz ve zayıf ulusal yapısının avantajını da kullanarak tüm haklarını yok sayma ve iradesini gasp etme ekseninde bir yönelim şekillenmiştir.

Cumhuriyet’in kuruluş değerleri ise Kürt ulusal kimliğini tam ve kesin bir ret ve inkar ile oluşmuştur. TC’nin kuruluş ilkeleri sadece tek ulus üzerinden değil tek mezhep üzerinden de değerler sistemini oluşturmuştur. Sünnilik dışında hiçbir inanç sistemine hak ve yaşam alanı tanınmamıştır. Bu çok yönlü tekçilik artık yeni ve genç devletin Türk-Sünni eksende şekilleneceğini netleştirmiştir.

Buna karşı özellikle Kürt ulusunun memnuniyetsizliği ve hak talebine karşı egemen sınıflar tarihsel deneyimlerine baş vurmakta tereddüt etmemiştir. Kürt ulusal haklarına karşı 1924’de Şeyh Sait kalkışmasından başlayarak 1938 Dersim’e kadar onlarca defa kitlesel katliamlar gerçekleştirmiş, yaygın bir sürgün politikası izlemiştir. On binlerce Kürt; kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeksizin kıyımdan geçirilmiştir. Onbinlercesi zorunlu iskan değişimine tabi tutulmuştur. Bu süreç Kürt ulusal kimliğinin dağıtılması, parçalanması zayıflatılması ekseninde politikayla şekillenmiştir.

“Şark Islahat” planı ile işleyen bu sürecin bir ayağı katliam, sürgün, işkence iken bir yandan da inkar, yok sayma ve asimilasyon politikaları katıksız bir ele alışla uygulanmaya çalışılmıştır. Kürt olmadığı bir teorik tez olarak geliştirilmiş ve kurucu değerler sisteminin bir parçası olmuştur. Türk egemen sınıflarının siyasal egemenliği altındaki coğrafyada yaşayan herkesin Türk olduğu ideolojik bir kabul haline gelmiştir.

Mazlum Kürt ulusu bu faşist rejim altında dilini, kültürünü ve hatta kendi renklerini kullanamaz hale geldi. Kürt Ulusal değerleri faşist rejim tarafında yasaklandı işkence ve katliam gerekçesi oldu. TC dağıtıp, parçalayamadığı yok edemediği Kürt ulusunu katı bir baskı ve sindirmeyle asimile etmeyi, ulusal kimliğini, dilini unutturmayı kültürünü zamanla aşındırmayı hedef olarak belirledi.

TC mezhepsel farklılıklara karşıda azınlık olanları yok saymayı bir devlet politikası haline getirmiştir. Sünni kesimlere karşı görece inançlarını özgür yaşama olanağı sunarken aynı zamanda bu kesimlerin devletin belirlediği çerçevede inanç sistemi oluşturması hedeflenmiştir. Ancak esas olarak ezilen mezhep olan Alevilik bu süreçte sistematik devlet baskısına maruz kalmıştır. Zaten Osmanlı’dan gelen inancını gizli yaşama ve potansiyel suçlu muamelesi görme, TC tarafından da olduğu gibi sahiplenilmiştir. TC Laik yapıyı benimsemesine rağmen inanç özgürlüğü bu kapsam alanına girmemiştir. Laiklik homojen, kaynaşmış tek millet tek inanç ekseninde şekillendirilmeye çalışan sistemin bir aygıtı olarak kullanılmıştır. Laiklik, Faşist sistemin “medeni hukuk sopası” işlevi görmüştür. Alevi inancının asimile edilmesi ve kendi değerlerinden arınarak sistemin parçası olması amaçlanmıştır. Alevilik yine yeraltı-illegal inanç sistemi olarak varlığını sürdürmeye mahkum bırakılmıştır. Alevi köylerine Diyanet işlerine bağlı camiler yapılmış, eğitim sisteminde zorunlu sünni eksenli din dersleri dayatılmıştır. Alevilerin inanç sistemlerini koruma ve yaşama talebi jandarma ve polis dipçiğiyle ve bağnazlaştırılmış belli sünni toplumsal kesimlerin provoke edilerek yönlendirilmesiyle zulme maruz kalmıştır. Homojen alevi yapısının olduğu yerlerde ise acımasız katliamlar gerçekleştirilmiştir. Dersim’de 1938 katliamı Kürt kimliğine olduğu kadar alevi kimliğine yönelik bir imha ve yok etme saldırısıdır. Faşist devletin bu ideolojik şekillenişi çeşitli tarihlerde ve dönemlerde kitlesel alevi katliamlarıyla kendini gerçekleştirmiştir. Nihayetinde devletin faşist yapısına uygun olarak ezilen alevi mezhebi yok sayılmış, tek tipleştirme projesinin asimilasyon, katliam ve işkence tezgahlarından geçmiştir.

Türk Tipi Faşizmin İnşa Yolculuğu Ve Soykırım

Ermeni soykırımı Türk egemen sınıflarının faşist rejiminin inşasının ve artık karakterize olmuş faşist devletin sonraki icraatlarının hem en güçlü temeli hem de referansı niteliğindedir. Ermeni soykırımı faşist bir rejimin ürünü değildir. Soykırımın gerçekleştiği tarihsel koşullar faşizmin sosyal, ekonomik ve siyasal olarak henüz sistematize olduğu bir karakter kazanmamıştır. Osmanlı rejimi de hiç kuşkusuz bu neviden bir sistem ve yönelimle sınıfsal, ulusal, dinsel ve siyasal sorunlara yaklaşmamıştır. Ancak faşizme temel olacak şekilde ekonomik ve sosyal politikalar bu sürecin bir parçasıdır.

Ermeni soykırımı TC’nin faşizmi hızla ve kolaylıkla benimsemesini sağlamıştır. Sınıfsal çıkarlarını bu siyasal rejimle gerçekleştirmesinde Ermeni soykırımı hem egemenlik alanında bu sosyal temelin örgütlenmesini gerçekleştirmiş hem de Türk uluslaşma sürecinin siyasal karakterini belirginleştirmiştir.

Ermeni soykırımı bu açıdan Türk egemen sınıflarının siyasal rejiminin en önemli ve temel harcıdır. Bu soykırımla dönülmez şekilde girilen tekçi, baskıcı, faşist şekilleniş sonraki sürecin bütününde daha fazla katılaşarak ve yaygınlaşarak devam etmiştir. Egemen sınıfların çıkarları, kendi siyasal egemenlik sınırları içinde farklı olan her siyasal düşünceyi, her inancı, her ulusu, her milliyeti, inkar etme ona düşmanlaşma üzerine kurulu bir rejimi şekillendirmiştir. Bu gelenekselleşmiş ve kalıplaşmış bir yönetme biçimine dönüşmüştür. Aynı zamanda siyasal sistemin doğuş, varoluş paradigmasıdır. Bu soykırımlarla, katliamlarla, asimilasyonla, baskıyla, sindirmeyle, işkenceyle kurulmuş bir tarihsel bagajı taşımaktadır.

Hesaplaşma, Arınma Ve Şovenizm Zehiri

Ermeni soykırımı tarihsel bir suçtur. Ancak aynı zamanda politik rejimin kurucu paradigmasının ana referansı ve harcı niteliğindedir. Bu faşist paradigmanın, onun dayandığı toplumsal şovenizmin hala en diri unsurlarından biridir Ermeni meselesi. Gericiliğin, şovenizmin kendini yeniden üretmesinin ve sistemin yönetme aygıtlarından birisinin toplumsal dayanağı niteliğindedir. Türk şovenizminin dayandığı tarihsel bir vakadır Ermeni düşmanlığı. Bu düşmanlık toplumsal bir kültür olarakta şekillenmiştir. Bu hem egemen sınıfların özel yönlendirme ve politikasından kaynaklanmaktadır hem de Türk ulus kimliğinin köylü kitlesinde şekillendiren bir olay ve süreç olmasından kaynaklanmaktadır. Feodal artıkların güçlü etkisi ve kapalı toplum yapısının yarattığı milliyetçiliğin ve gericiliğin ürettiği bir düşmanlıkta bu sonucu üretmiştir. Nihayetinde Türk ulus kimliği Ermeni düşmanlığı ile şekillenmiş bir lekeyi taşımaktadır. Türk ulusunda hakim olan bu şoven ve ırkçı yaklaşımlardan arındırılmaksızın, Türk ulusunun demokratik damarının zayıf kalacağı kaçınılmaz bir gerçekliktir. Mesele sadece tarihsel ve siyasal bir sorun değil aynı zaman da büyük bir toplumsal karakter taşımaktadır.

Devrimci, demokrat ve komünistlerin Ermeni meselesini ve soykırımını, demokratik halk devriminin bir sorunu olarak kavraması ve ele alması zorunludur. Demokrasinin toplumsal tabana yayılması ancak bu ulusal suçla yüzleşmesi, hesaplaşması ve tarihsel suçu kabul etmesiyle tam mümkün olabilecektir.

Ermeni soykırımı devrim ve demokrasi sorununun bir parçasıdır. Şovenizmle mücadele de en önemli ayaklardan birisi bu sorundur. Bu mesele güncel mücadele konulardan birisidir. Devrimci faaliyet bu toprakların en büyük felaketlerden birisi olan soykırımı toplumsal mücadelenin bir parçası olarak görmek zorundadır. Bu soykırım gerçekleşmiş ve bitmiş bir tarihsel vaka değildir. Son olarak Hrant Dink’in katledilmesi bu sorunun halen devam ettiği, ezilen Ermeni ulus ve milliyetine karşı düşmanlığın bir siyasal ve toplumsal mesele olduğu açık bir şekilde kendini göstermiştir. Hrant Dink’in öldürülmesi soykırım zihniyetinin ve Ermeni düşmanlığının halen güncel ve sosyal gelişmenin önünde bir engel olduğunu göstermiştir. Bugün mesele; bir tehlike, tehdit olamayacak kadar kitle temelini kaybetmiştir. Ancak halen Türk şovenizminin üretilmesinin politik bir argümanıdır.

Tarihsel ya da güncel temelde de olsa bir ulusal sorunun varlığı o toplumun gelişme dinamiklerinin ayağında bir pranga niteliği taşır. Kürt meselesi bugün güncel ve en önemli ulusal sorun ve bu bağlamda gelişimin önünde bir pranga ise, Ermeni soykırımı ve onun uzantısı niteliğindeki ideolojik-politik tutumda tarihsel bir pranga olarak değerlendirilmelidir. Ezilen uluslara yönelik faşist düşmanlık ve şovenizmin ana kucağı Ermeni soykırımıdır. Bu soykırımla oluşan şekilleniş Kürt düşmanlığının ve diğer ezilen milliyetlere karşı düşmanlığın temel direğidir.

Demokratik Halk Devrimi mücadelesi Türk şovenizminin ana direklerine, en temeline yönelmekle yükümlüdür. Bu sorunu mücadelesinin bir parçası ve hedefi yapmak zorundadır. Aksi taktirde devrimci süreci örgütlemek, devrimin ulusal karakterinin emperyalizme yönelmesi gereken tıkalı damarını açmak mümkün olmayacaktır. Türk ulusal devriminin gerçekleşmemiş, emperyalizmden kaynaklı bağımlı yapısının doğru hedefe yönlenmesi ancak bu şovenizmden arındırılması ile olanaklı olacaktır.

Bu topraklarda Türk ve Kürt ulusal barışının gerçek ve sağlıklı temellere oturması, demokratik kazanımları genişletmesi ve emperyalizme ve onun yerli uşağı egemen sınıflara yönelmesini sağlamak Ermeni soykırımıyla temel bulan şovenizme yönelmekle olanaklı olacaktır. Bu devrimin olanaklarını genişleteceği gibi, toplumun gerçeklerle sınanmış ona göre şekillenmiş ilerici devrimci yanına dinamizm katacaktır.

Türk devletinin Faşist karakteri barışçıl, uzlaşmayla, ulusal barışın inşasıyla değişme yeteneğine sahip değildir. Demokratik damardan ve özelliklerden yoksun oluşu buna sebeptir. Tarihin belli aşamasında imha ettiği, yok ettiği, soykırıma tabi tuttuğu bir ulusal kimliğe karşı halen düşmanlık gütmesi bunun bir kanıtıdır. Soykırım kuşkusuz tarihte sadece TC’nin işlediği bir suç değildir. Bugün burjuva demokratik sistemin sembol birçok ülkesi bu ve benzeri soykırımlara başvurmuştur. Hitler faşizmi Yahudileri, ABD Kızılderilileri, Britanya Krallığı Aborijinleri ve diğer yerli toplulukları bu kıyımlardan geçirmiş ya da asimilasyona tabi tutmuştur. Ancak bu devletler defterini dürdüğü ve artık işini bitirdiği topluluklara karşı işlediği suçların, kendi yönetme biçimine uygun olarak ve toplumsal yapısı için rahatsızlık yaratmayacağı noktada “günah çıkarmaktadır”. Bu tarihsel olarak oluşmuş burjuva demokrasi anlayışının bir yansımasıdır. Burjuvazi hiç kuşkusuz bu tarihsel suçlarında ezilen sınıfların nezdinde bu günah çıkarmayla kurtulamayacaktır. Artık yok ederek ve asimile ederek sistemi için tehlike oluşturmayan kesimlere karşı dilenen “özür”, aynı zamanda burjuva demokrasisinin bir iyileşme kendi egemenliğini bu yolla tesis etme yöntemidir. Bu onun sistemi için bir ihtiyaç ve gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. TC gibi faşist bir devlet içinse sisteminin yapısı, niteliği, yönetme biçimi bir yüzleşmeyi ve özrü değil onu sahiplenmeyi gerektiriyor. Onun ekonomik-sosyal sisteminin ihtiyaç ve gereksinimi bunu gerektiriyor. Bu açıdan dahi TC’nin yapısının kodlarını görmek açığa çıkarmak mümkündür. Bu yanıyla toplumsal yapının ayağına vurulmuş bu prangalarla siyasal rejimini sağlama almayı, sömürüsünü daha rahat gerçekleştirmeyi ve ezilen sınıflar üzerinde egemenliğini sürdürmeyi sağlamaktadır.

Devletin bu gerçekliği de gözetilerek demokratik devrimin aynı zamanda bu yüzleşme, arınma ve şovenizmle mücadele görevi ile de yükümlü olduğu, bunun devrimci sürecin her aşamasının ve devrimin bir görevi olduğu kavranmalıdır.

İbrahim Kaypakkaya ve Ermeni Soykırımı

Kaypakkaya’nın ideolojik-politik tutumu, tüm toplumsal sorunlar karşısında proletaryanın tarihsel sorumluluğuna dair berrak bir ideolojik duruşu ifade etmektedir. O bu yaklaşımıyla Kürt meselesini de, Kemalizm’i de, Ermeni soykırımını da sınıf mücadelesinin birer parçası olarak ele almıştır.Ermeni ulusunun soykırıma uğradığını her zamanki cüret, cesaret ve sınıf bilincindeki berraklığıyla ifade etmiştir.

Kaypakkaya yoldaşın bu tavrı bir dizi konuda olduğu gibi bir ilktir ve geleneksel solun sosyal şoven tutumundan kopuşun ifadesidir. Bu siyasal tutum çok az sayıda kalan Ermeni halkının evlatlarını etkileyerek, birçok Ermeni gencini hızla devrimci-komünist çizgiye çekmiştir. Armanek Bakırciyan, Nubar Yalım, Manuel Demir gibi Ermeni Komünist ve devrimciler bu çizginin yönelimine girerek Komünizm ve devrim davasında şehit düşmüşlerdir.

Hrant Dink de bir dönem Kaypakkaya nın görüşleri doğrultusunda mücadele etmiştir. Son dönemlerinde Ermeni sorununu ele alırken sorunun tarihsel-siyasal karakterini ve bu bağlamda hesaplaşılması gereken yanını bu görüşlerden beslenen demokratik bir tutumla ortaya koymuştur. O sorunu salt Ermeniler cephesinde değil, Türk toplumsal yapısının şovenizmden ve gericilikten arınması temelinde ele almayı tercih etmiştir. Hrant Dink Ermeni soykırımının Türk şovenizminin ana kaynaklarından biri olduğunu kavrayarak, yaşadığı toplumun hastalıklarından kurtulması ekseninde kendi tarihsel acısını ele alacak kadar tutarlı, milliyetçilikten uzak bir demokrasi mücadelesi yürütmüştür. Her daim devletin gerçek yüzünü teşhir eden bir gazeteci-yazar, demokrat bir aydın olan Hrant Dink’in devlet tarafından katledilmesi, soykırım zihniyetinin devamının önemli bir göstergesidir.

Ve Sonuç Yerine!

Ermeni Soykırımı’nın 100. yılında son yıllarda gerçekleştirilen etkinlikler halklar arasındaki bağın artmasına vesile olmakta, Soykırım gerçeğini gündeme taşımakla birlikte, bu anmaların sadece ‘kişisel vicdani arınma seansları’na dönüşmemesi, meselenin insani boyutunun ele alınması yanında, berrak bir politik tutumun belirlenmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda  şu talepler ve şiarlar çerçevesinde bir mücadele yürütme hedeflenmelidir.

Türk egemen sınıflarının ve onun faşist devleti Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul edilmesi, soykırım ve ondan sonraki uygulamalar nedeniyle özür dilenmesi; maddi ve manevi tazminat taleplerinin kabul edilmesi; Ermenilere yönelik baskı ve ayrımcı politikalara son verilerek, demokratik haklarının tanınması; bu kapsamda, vatandaşlık, mülk edinme, çalışma haklarında ayrımcılığa son verilmesi ve bu konuda Ermenilere kolaylık sağlanması; soykırımın inkarı da dahil olmak üzere, Ermenileri aşağılayan, onları küçük düşüren, onlara haksızlık yaratan her türlü yasa, ideoloji, müfredat, yayın ve beyanatın yasaklanması; Ermenice yer isimlerinin iadesi.

24 Nisan kadim bir ulusun bin yıllardır var olduğu vatanından koparılarak acımasızca yok edilmesidir.

24 Nisan Ermeni ulusunun büyük felaketi ama ezilen halkların 100 yıldır devam eden ortak acısıdır.

24 Nisan Anadolu topraklarının zalimler tarafından kesilmiş can damarıdır.

24 Nisan Anadolu’da ezilen ulus, milliyet, mezhep ve sınıfların 100 yıldır yaşadığı zulmün adıdır.

24 Nisan Türk egemenlerinin servet ve sermaye devşirmesinin en kirli, en kanlı, en aşağılık simgesidir.

24 Nisan bu toprakların bilimsel, sanatsal, kültürel, entelektüel birikiminin soykırım sonucu sekteye uğratılmasıdır.

24 Nisan Der Zor çöllerinde Ermenilerin soykırıma, geriye kalan ezilen kesimlerin açlık ve sefalete mahkum edilmesidir.

24 Nisan Ermeni ulusunun bu topraklarda yok edilmesi, Türk uluslaşmasının ise alnına yazılmış kara bir lekedir.

24 Nisan Osmanlının devamcısı T.C. faşizminin ezilenlere zulmünün en açık kanıtıdır.

24 Nisan Türk şovenizminin tarihsel gıdasıdır.

24 Nisan Faşizmin inkar, yok sayma, mazlumu suçlamanın 100 yıllık ideolojik, politik tutumudur.

24 Nisan tarihsel ve politik bir suçtur, yüzleşilmesi gereken bir utanç tablosudur ve Türk egemen sınıflarından hesabı sorulmalıdır.


Hrant Dink’i Ermeni Soykırımının 100. Yıl Dönümünde Anmak!

Anadolu halklarının bin yıllık düşünün, kardeşliğin sesiydi o. Özgürlüğün sesiydi. Ve karanlığın efendileri, 19 Ocak 2007’ de, güpegündüz yol üstünde öldürdüler onu. Ölümüyle bile ses oldu, göz oldu, dil oldu. Ölümüyle bile yürek oldu. Nice yıllar geç- ti aradan, adalet görünmedi şafakları ay- dınlatmak için. Sürüp giden mahkeme bir komediye dönüştü. Tetiği çeken yakalanıp, yaşı küçültülerek çocuk suçlu uygulaması- na sokularak cezalandırılsa da, cinayeti organize edenler, henüz özgür.

Hrant Dink 19 Ocak 2007’de katledildi. Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden tam 8 yıl geçti. Bu katliamın politik ve tarihsel nedenlerini kapatmak için Türk devleti adeta meseleyi basit bir krıminal olaya çevirmeye çalıştı. Bugünden geriye doğru baktığımız da Hrant Dink davasının ele alınışı tam anlamıyla geleneksel Türk devlet yapısını karakterize etmektedir. Hrant Dink’in katledilmesi adeta egemen sınıfların bir biriyle olan kavgasının bir argümanına dönüşmüş durumda. Bu ele alış, mesele üzerinde zengin bir manipülasyon ve kafa karışıklığı yaratma zemini de oluşturmaktadır.

Devletin Ermeni Düşmanlığına Eklediği Son Halka: Hrant Dink!

Hrant Dink’in katledilmesinde en küçük bir gizlilik kuralı dahi yoktu. Hatta ortaya çıkan telefon kayıtlarında güvenlik yetkilileri tetikçinin teslim olma biçiminin ve öldürmenin bu şekilde olmayacağını dahi ifade etmektedirler. Bu “operasyonun” Talat Paşa suikastı gibi olması tasarlanmıştı. Suikastçı Hrant’ı yakın mesafede tam ensesinde vuracak ve vurduğu yerde teslim olacaktı. Ama öyle olmadı. Mesaj bu şekilde eksik ve sınırlı verilmiş oldu. Kısa zamanda tetikçi ve onun dar çevresi gözaltına alındı ve tutuklandı. Dönemin yetkilileri bunun milli bir duyarlılıkla bir grup gencin işi olduğunu apar topar ifade etti. Ama bununla yetinilmedi Ogün Samast’ın bir yanında asker diğer yanında polisle ellerinde Türk bayrağı ile çektirilen fotoğraf ve “vatan toprağı kutsaldır kaderine terk edilemez” arka fonlu bir başka fotoğrafta medyaya servis edildi. Böylece Hrant’ın katledilmesine dair tarihsel ve politik mesajların ilki verilmiş oldu.

Suikastın oluş biçimi, nedenleri ve genel panoraması çok açık ve nettir. Hrant’ın katledilmesi noktasında tüm devlet kademesinde zımni bir mutabakat sağlanmıştır. Bu katliam için politik iklimi bizzat meclisteki faşist partiler ve onların medyası yaratırken, tetiği çekmeye dünden hazır olan Özel Kuvvetler soyunmuş ve onları pusuya düşürmek için hazır bekleyen dönemin Hükümeti ve onun içindeki tüm klikler de buna göz yummuştur. Böylece devletin bir kliğinin tetikçiliğine diğer kliği nezaret ederek katliam gerçekleşmiş oldu. Kuşkusuz bu katliam devletin yeniden kendini organize etmesi için sürdürdüğü arayışın oluşmasında ciddi bir politik iklim de yarattı. Bu iklimin oluşması için AKP ve Gülen Cemaati’nin özel ve sinsi bir çabası ve planı olduğundan hiç kuşku duymamak lazım.

Devlet Kendini Restore Ederken Yine Ermeniler Kullanıldı!

Hrant’ın ölüsü klik kavgalarında bir manivela olmuş Türk egemenleri tarafından pinpon topu gibi oradan oraya geçen bir oyuna çevrilmiştir. Bu durum hala devam etmektedir. Düne kadar Ergenekon bağlantıları öne çıkarken, bugün “paralel yapı” polisleri ile bağlantılandırılıyor. Tetikçiler dönemin ruhu neyi gerektiriyorsa ona göre ifadeler verecek şekilde yönlendiriliyor.

Hrant’ın katledilmesinden hemen sonra AKP’de temsiliyetini bulan kliğin uzun soluklu ön çalışmasını yaptığı Ergenekon operasyonları ile TSK’nın dizayn edilmesi zemini yakaladığı görülmüştür. 4 Mayıs 2007’de dönemin genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt ile Tayyip Erdoğan ünlü Dolmabahçe görüşmesini gerçekleştirir. Bu görüşmede ne türden pazarlıklar yapıldığı bir sır gibi gözükse de gelişmeler bunu bir sır olmaktan çoktan çıkartmıştır. Bu görüşme sonrası Hrant Dink davasının seyrinin değiştiği, savcıların meselenin arka planını açığa çıkarma iştahlarının birden sönümlendiği de bilinmektedir. Genel kanı Ergenekon operasyonlarına dair kapsam ve boyutun tartışıldığı ve ortak bir çerçeve oluşturulduğu yönlüdür. Tayyip Erdoğan’ın Hrant Dink’in katledilmesi üzerinden özel kuvvetlerin kalbine kadar inileceğine dair tehditler savurduğunu düşünmemek için hiçbir neden yoktur. Yapılan anlaşmanın devletin yeniden yapılandırılması ve bunun olabildiğince yumuşak olması eksenindedir. Hrant Dink’in katledilmesinin bu noktada güçlü bir araca dönüştürüldüğü de açıktır. Ancak olan şey yeniden yapılandırmada yakalanan ortaklık karşısında Hrant Dink’in katledilmesinin olabildiğince üstünün örtülmesi ve sığlaştırılması olmuştur. Devlet aklı ve onun tarihsel-politik çıkarları devletin yeniden restore edilmesinin daha az şiddetle gerçekleşmesinde uzlaşmıştır.

Türk Devletinin Siyasal Gericiliğinin Harcındaki Kan!

 Bugün şu tarihsel analojiyi (benzerliği)   yapabiliriz. 1915 Ermeni soykırımı tekçi, faşist uluslaşma sürecinin ilk, en kanlı, vahşi aracı olarak kullanılmıştır. Ermeniler bire kadar kırılmış ve homojen Türk uluslaşma serüveninin önündeki en önemli engellerden biri kaldırılmıştır. Aynı süreçte Ermeni toplumu ile yakın ilişkileri olan Süryani, Nasturi ve Asuri topluluklarda benzer bir soykırım politikasına uğramıştır. Devamı ise kesintisiz sürmüştür. Önce Pontus-Rum toplumu “ulusal bağımsızlık mücadelesi” adı altında katliama tabi tutulmuş, sonrasında mübadele adı altında Rumlar topraklarından sürülmüş ve Müslüman olmayan topluluklardan arındırılmıştır. Türk uluslaşması bu harcına Kürt ulusunun canı ve kanını da tarihsel süreç içinde eklemiştir. Genç cumhuriyet siyasal gericiliğini ve toplumsal yapının şovenleşmesinde doymak bilmez iştahını sürdürmüştür. Bir avuç Müslüman olmayan topluluklara karşı katliam, sürgün işkence politikasını; Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ile devam ettirmiştir. Türk devleti bir nevi faşist kimliğinin harcını bu soykırım üzerinden inşa etmiştir. Bunu sonrasında da Türk olmayan tüm toplum katmanlarına karşı kararlı bir şekilde sürdürmüştür. Evet AKP ile devletin yeniden organize edilmesi sürecinde bu defa yine mazlum Ermeniler bir manivela olarak kullanılmıştır. Bu defa kurban olarak, zaten “numunelik” düzeyde bulunan Ermenilerin en güçlü temsilcisi seçilmiştir.

Kesinlikle şunu söyleye biliriz: Hrant Dink’in katledilmesi Ermeni soykırımının tarihsel ve politik bir devamı niteliğindedir. Bu yanıyla Ermeni soykırımı sadece tarihsel haksızlık sınıflandırmasına sokulamayacak kadar güçlü siyasi ve sosyal etkilere sahiptir. Hrant Dink’in katledilmesi ise Ermeni soykırımının tarihsel bir haksızlıktan öte devam eden bir politik süreç olarak açığa çıktığı bir gelişme olmuştur. Toplumsal ve siyasal yapının şekillenmesinde, kendini yeniden üretmesinde ve ulusal barışın sağlanmasında önemli bir unsur olarak görülmelidir Ermeni meselesi. Siyasal rejimin faşist karakteri, toplumsal yapının şoven niteliğinde en etkili sosyal-politik meselelerden birisidir. Hrant Dink’in katledilmesi en başta bunun en açık ve berrak göstergesi olmuştur.

Mazlum Ermeni ulusuna ve halkına yönelik Osmanlı’dan cumhuriyete uzanan bir katliam, baskı ve sindirme politikası uygulanmıştır. Hamidiye Alayları’nın kılıçlarından, onlarca Ermeni devrimcinin darağaçlarında sallandırılmasına, 1915’de organize ve planlı soykırıma uzanan bir katliam ve imhaya tabi kalmıştır. Bununla sınırlanmamış Ermeni olmanın suç olduğu, toplumsal yapıda küfür sayıldığı bir ideolojik ve politik düşmanlık kültürü de oluşturulmuştur. Toplumsal yapıdaki en gerici, en bağnaz, en aşağılık şovenizm bu kimliğe düşmanlık üzerinden üretilmiştir. Hem en barbar katliamlara maruz kalmış hem de ulus kimliği hala aşağılanan bir haksızlığa uğramıştır.

Tarihsel Haksızlık Yanında Güncel Politik Bir Mesele Olarak Ermeni Meselesi!

Türkiye devrimci hareketinin komünist önderi, İbrahim Kaypakkaya yoldaş devrim  cephesinde bu haksızlığa ve gericiliğe karşı güçlü bir karşı çıkış ve tarihsel bir tavır alarak sorunun toplumsal ve tarihsel önemine dair bir kavrayış oluşturmuştur. Bu konumlanış mazlum Ermeni halkının evlatlarında da yankısını bulmuştur. Uğradıkları  tarihsel haksızlığa karşı öfkelerinii komünist çizgiyle kaynaştırarak Kaypakkaya çizgisinde örgütlenmişlerdir. Armenak Bakırcıyan (Orhan Bakır), Nubar Yalım, Manuel Demir gibi Ermeni Komünist ve devrimciler bu çizginin yönelimine girerek Komünizm ve devrim davasında şehit düşmüşlerdir. Bunun yanında birçok Ermeni, Kaypakkaya çizgisinde örgütlenmiş ve sınıf mücadelesine katılmıştır.

Hrant Dink’te bir dönem Kaypakkaya çizgisine yönelmiş ve onun bir parçası olmuştur. Hrant Dink son dönemlerinde bu meseleyi ele alırken sorunun tarihsel haksızlık içeren karakterini ve bu bağlamda hesaplaşılması gereken yanını tamda komünist çizgiden beslenen demokratik bir tutumla ortaya koymuştur. O sorunu salt Ermeniler cephesinden değil, Türk toplumsal yapısının şovenizmden ve gericilikten arınması temelinde ele almayı tercih etmiştir. Bu tutumu ve yaklaşımıyla  önemli bir  değere de sahiptir bizim açımızdan.

Ermeni soykırımına yaklaşım sadece tarihsel bir haksızlık olarak ele alınıp “kınanacak” bir olgu değildir. Aynı zamanda egemenlerden hesap sorulacak, toplumsal yapının genlerine kodlanmış şovenizmden arınmada mücadele konusu yapılacak özgül ağırlığı olan bir meseledir.

Soykırım ve Hrant Dink’in katledilmesi arasında ki bu tarihsel ve politik bağ devrimci, demokrat ve komünistler tarafından görülmeli ve tutum alınmalıdır. Hrant Dink’in katledilmesi aynı zamanda soykırım karşısında,  Türk egemen sınıfların güncel politik bir duruşununda ifadesi olarak görülmelidir.

Soykırımın 100. Yıl dönümüne girilirken bu soykırımı inkar ve yok saymakla sınırlı kalmayan Hrant’ın katledilmesinde görüldüğü gibi bu suçun devam ettirilmesinde ısrar eden bir Faşist Türk egemen zihniyeti vardır. Hrant Dink’in katledilmesinin hesabını sormak, devletle bu eksende hesaplaşmak bunun mücadelesine tutuşmak aynı zamanda Soykırımla hesaplaşmak anlamına gelmektedir. Hrant Dink’in katledilmesi bu açıdan sıradan değil, yüzlerce yıllık tarihi arka planı olan bir düşmanlığın ve sorunun devamıdır.


Büyük kalıcı tarihsel projeleri birlikte inşa edelim...

12 Mart,12 Eylül ve daha sonraki süreçlerden günümüze dek Türk Devletinin zulmüne maruz kalmış, ülkesini, terk etmek zorunda bırakılmış, Ailesinden, eşinden, dostundan, kardeşinden, yoldaşından ve uğruna mücadele yürüttüğü halkından nedeni ne olursa olsun kopmak zorunda kalmış; kimileri işkence görmüş, kimileri uzun yıllar zindanlarda kalmış 120 civarındaki Sürgün 15 Aralık 2012 tarihinde Köln’de bir araya gelerek Avrupa’da Sürgünde yasayan İnsanların sorunlarına sahip çıkmak, bulundukları ülkelerden imkanları ve olanakları ölçüsünde Sürgünlüğe yol açan Türk Devletinin bugünde devam eden baskı ve zulüm politikalarını Avrupa kamuoyuna teshir etmek; birlikte mücadele yürütmek, haklarını aramak yolunda kurumlaşmaya yönelik ilk adim olarak 23 Kişiden oluşan Avrupa Sürgünler Meclisini oluşturdu.

 


Geç kalmışta olsa atılan bu tarihi adimin hak arama yolunda demokratik mücadele bilincini yükselteceği, AKP hükümetinin demokrasi şovlarını ve ikiyüzlülüğünü Avrupa Kamuoyunda teshir etmede ve Ülkemiz coğrafyasında sürdürülmekte olan özgürlük ve devrim mücadelesiyle dayanışma içinde olmada, işlevli olacağı, katkılar sunacağı bilinciyle destek olup güç vermek, duyarlı davranmak gereklidir. Bu Platform herkese her öneri ve katkıya açıktır. Bitmiş, şekillenmiş ve sonlanmış bir kurum değil, bilakis ortak katkılarla dayanışma içinde birlikte inşa edilmeye başlanmış bir çalışmadır. Unutulan, ulaşılamayan haber verilemeyen tüm çevrelerin ilişkilenmeye çalışması kendilerinden beklenendir... İlerde büyük bir kongre ile de taçlanmalıdır.

 


Bu girişimin bileşenleri içinde çok çeşitli yelpazeden Sanatçı, Yazar, Gazeteci, Sendikacı, Öğretmen, Yapımcı, Yönetmen, Şair, Ozan, Gazi ve politik aktivist yer almakta ve Avrupa’da ATIK’inde içinde olduğu 20 civarında Göçmen örgütü tarafından desteklenmektedir. Son süreçte Demokratik ilerici kurum ve örgütlerin asgari müşterekler ve ortak sorunlar etrafında hak gasplarına karşı, eşit haklar mücadelesi yolunda faşizme karşı geniş eylem birlikleri ve birlikte mücadele platformları oluşturma çabalarının olgunlukla yürütüldüğü bu süreçte, Avrupa Sürgünler Meclisi`de bu mücadeleye kendi çalışma alanından güç taşıyacaktır. 19 Ocak 2013 de Yürütme Kurulu ve isteyen Meclis üyelerinin katılımına açık olarak Dusseldorf`da yapılacak Toplantıda İmkan ve olanakları değerlendirerek, kısa orta ve uzun vadeli bir çalışma programı çıkarılmasına katkı olması acısından, ortak akil oluşturulması yönündeki çabaya yönelik önerilerimizi belli başlıklar altında sunacak olursak;

 

- Bilgi Bankası oluşturmak; Avrupa ülkelerinde bulunan, Türkiye ve Kürdistan Coğrafyasından gelmiş politik sığınmacıların, Kürt bölgesinde savaşın ve zoraki göçün yarattığı sorunlardan kaynaklı topraklarını, köylerini terk etmiş geçinmek ve can güvenliği için Avrupa ülkelerinde iltica başvurusu yapmış olanların, genel bilgilerini toplamak. Arşiv çalışması yaparak sağlıklı bilgilerin oluştuğu, bilgiye ihtiyaç duyanların resmi başvurabileceği ve bilgi alabileceği bir büro oluşturulması;


-Bu çabanın Sürgünlerin haklarını koruma Vakfı şeklinde yada Sürgünler Sendikası olarak tüzel bir kişiliğe kavuşturulması yolunda resmi bir kurum kurmak. Bu kurumun Avrupa’daki ve Türkiye’deki insan hakları örgütleriyle (Af Örgütü-Rote-Hilfe-Karawane-Azadi-IHD-TIHV-Mazlum-Der-78`liler Vakfı, TUYAB, Barolar, TTB, Avrupa Mülteciler Konseyi vb.. ) gibi örgütlerle birlikte çalışmalar yapması, buna yönelik uzman kişilerden Avukatlardan, Hukuk Bürosu oluşturulması;


-Uzun yıllar cezaevinde yatmış, tecritte tabi tutulmuş, işkence görmüş, sakat kalmış, Açlık grevi ve Ölüm oruçları neticesinde sağlık sorunları yasayan insanlarımıza sahip çıkmak. Sağlık kurumları ve Terapi merkezleriyle birlikte çalışmalar yapmak. Bu tür insanların tedavilerine yardımcı olmaya yönelmek ve yol göstermek. Bu alanda psikiyatrisi, doktor ve sağlıkçılardan destek almak;
-Türk Devletinin İnterpol üzerinden takibatı neticesinde her yıl onlarca Politik sürgün, iltica hakki kazanmış sığınmacı Avrupa ülkelerinde yada seyahatler esnasında gözaltına alınmakta ve aylarca hatta yıllarca tutuklu olarak cezaevlerinde kalmaktadır. Bu konuda İnterpol merkezine ve Birleşmiş Milletlere davalar açmak, iltica hakki ve statüsü kazanmış olanların haklarını savunmak ve korumaya yönelik çalışmalar yapmak;
-Sürgünde yaşamını kaybeden, sanatçı, aydın, yazar, sair, sinemacı, ve devrimcilerin bilgilerini derleyen, anılarını toplayan ve kamuoyuna sunarak onları yaşatmayı amaçlayan çalışmalar yapmak, bu süreçte Avrupa’da sürgün hayati yasayan yazar, ozan, sanatçı, ressam vb. arkadaşlarımızın desteğini alarak kültürel ve sanatsal çalışmalar yapmak ve bu ürünleri geniş demokratik kamuoyuna ilerici TV, Basın ve gazeteler üzerinden duyurmak;


-Yıllık bültenler ve raporlar yayınlayarak kamuoyuna, Avrupalı partilere, Meclislere sunmak, başta Türkiye’de Kürdistanda, Avrupa’da ve genel olarak Dünyada yaşanan insan hakki ihlallerini duyurmak. Cezaevlerinde yaşanan tecrit ve izolasyon politikalarına karşı mücadele yürütmek;


-Avrupa ülkelerinde tutuklu ve hükümlü olarak cezaevlerinde bulunan politik tutsaklarla dayanışma içinde olmak, 129 a/b yasalarına karşı mücadele yürütmek, Kamuoyunda duyarlılık oluşturmak...;


-Anadolu coğrafyasında Ermeni, Süryani, Ezidi, Rum, Kürt, Alevi, 1 Mayıs katliamlarını, işçi katliamlarını kınayan, sürgünde, 12 Mart ve 12 Eylülde ve daha öncesinde Sosyalist ve Devrimcilerden hayatini kaybedenler anısına, “Halkların Kardeşliği ve Faşizme Karşı Mücadele Müzesi” veya anıtı oluşturulmaya çalışılması. Bu müzede Mustafa Suphilerden, Nazım Hikmet’e, Yılmaz Güney`den, Behice Boran`a, Ahmet Kaya, Enver Karagöz, gibi şahsiyetlerin belge ve sanatsal çalışmalarına yer vermek, 12 Mart ve 12 Eylül faşist Askeri Cuntaları sürecinde işkencede, darağacında, kuşatmada katledilen devrimci arkadaşlarımızın toprağa düşen yasamdan kopan tüm ilerici, sendikacı, aydın, devrimci, komünist ve mücadelede şehit düşenlerin ayrımsız tümünün bilgi ve belgelerinin yer aldığı kitapların ve belgesellerin olduğu, gelecek kuşakların tarihimizden öğreneceği bir Mücadele tarihi kitaplığı.....;


-2015 yılının Ermeni Soykırımının 100. Yılı olması vesilesiyle, Avrupa’da büyük bir organizasyon “Halkların Kardeşliği Buluşması Büyük Festivali”ni Ermeni ve Süryani Soykırımı sahsında Dünyadaki tüm soykırımları lanetleyen Hrant Dink adına Ermeni, Kürt, Alevi, Sosyalist aydın ve konuşmacıların uluslararası önemli şahsiyetlerin davet edildiği, Ozan, Sair ve Sanat gruplarının çağrıldığı, Ermeni, Ezidi, Süryani, Türk, Kürt, Alevi, Zaza, Boşnak, Laz Çerkez, Arap, Terekeme, Romen milliyetlerine mensup tüm halkımızın, Göçmenlerin ve Sürgünlerin, Avrupalı ilerici, hümanist demokrat kesimlerden yüz binlerin buluşturulduğu Türkiye-Kürdistan, Ermenistan- ve Avrupa’dan canlı TV yayınlarıyla etkinliğin duyurulduğu tarihsel bir Festivalin planlanması;


- Kısa vadede yapılabileceklere ilişkin olarak ise; Ankara’da sürmekte olan 12 Eylülü yargılama mahkemesi şov niteliğinde olmakla birlikte; Yurtdışında yasayan sürgünleri ve zulüm görenleri temsilen sembolikte olsa bir heyet üzerinden mahkemelere davacı olarak katılınması…;


-AIHM de 12 Eylülün ve askeri mahkemelerin yarattığı hak ihlallerini maddi –manevi mahkum etmek için davalar açmak... İşkence, Gözaltında kayıplar, iş kaybı, Emeklilik hakları, gasp edilen mal varlıkları gibi konularda davalar açmak...Türkiye’de görülmekte olan davanın bir gününe denk gelecek tarzda “Avrupa’daki Sürgünler 12 Eylülü Yargılıyor” seklinde AIHM veya Avrupa parlamentosu önünde Mart ayı döneminde kitlesel bir miting düzenlemek ve sesimizi kamuoyuna duyurmak,


-12 Eylül Askeri faşist yasalarının tümünün ortadan kaldırılması ve sonuçlarının mahkum edilmesi. Sürgünde yasayanları, halen tutuklama ve takibat yaşayanları, ülkemizde zindanlarda bulunan tüm tutsakları kapsayacak şekilde “Tutsaklara Özgürlük” “Genel AF “ şiarıyla konjuktüre uygun olması bakımından, genel kamuoyunun talebi acısından AKP döneminde de uygulanan 12 Eylül Yasaları sonucu Devrimci ve Kürt tutsaklarını, KCK siyasi operasyonlarını sonlandıracak şekilde “ZINDANLAR BOSALSIN, GENEL AF” Kampanyası startının verilmesi. Uluslararası kamuoyunun harekete geçirilmesi;


-Sürgünlerin güvenli ve özgür koşullarda ülkelerine gidebilmeleri için yasal ve hukuki tüm engellerin Kaldırılmasını talep etmek ve Mücadele yürütmek, Avrupa’da 50 bini aşkın olarak bilinen Siyasi sürgünün ve zulüm görmüşlerin bu sürece dahil olmalarını, görev almalarını, hem kendi geçmişlerine saygının gereği, hem de zulmedenlerin yaptıklarının yanına kalmaması mücadelesine destek olmaya çağırıyoruz!


Önerdiğimiz çalışmaların ve hedeflerin gerçekleşmesi bizlerin duyarlılığı ve azmine bağlıdır. Gerçekleşmesi için; dar grupçuluğu, ben merkezciliği aşmak, mütevazı olmak, kıskançlığı ve küçük burjuva önyargıları terk etmek, kolektif düşünmek, Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için diyebilen bir yaklaşımla iyi olandan öğrenmek, eksiklik ve zaaflara karşı mücadelede yapıcı ve tamir edici olmak, umutla ve kararlılıkla atıl durumda olan enerjiyi açığa çıkarmak için sabırla çalışmak, büyük düşlerimizin gerçekleşeceği, insanin insana kulluğuna son verildiği özgür geleceğe inanmak ve kendimize güvenmek...

07-01-2013- Mahmut Özkan